Announcing: BahaiPrayers.net


More Books by Derlemeler

Ahd ve Misak Derlemesi
Bahai Egitimi
Bahailigin Cinsellige Bakisi
Birlesen Bir Dünyada Sürdürülebilir Toplumlar
Birlesmis Bir Toplum Olusturmak
Büyüme Üzerine Yansimalar-1
Büyüme Üzerine Yansimalar-4
Büyüme Üzerine Yansimalar-6
Büyüme Üzerine Yansimalar-7
Büyüme Üzerine Yansimalar-8
Defin Yasalari ve Vasiyetname
Dua Toplantilari-2
Dua Toplantilari
Dua ve Derin Düsünce
Dünya Vatandasligi
Ekonomik Problemlerin Çözümü
Emre Toplu Giris
En Kutsal Yaprak Hakkinda Hikayeler
Genclik
Hukukullah
Hz. Abdulbahanin Vasiyetnamesi
Kolaylastirici El Kitabi
Küçük Barisa Giris
Milli Konvensin Hazirliklari
Müsavirler Kurumu
Saglikli Bir Gezegen Icin Kadin-Erkek Ortakligi
Saha Büyüme Programi
Sürdürülebilir Bir Gelecek Icin Degerler
Yansima Toplantilari
Çocuklara Nebilden Hikayeler
Çocuklarin Ruhani Egitimi
Free Interfaith Software

Web - Windows - iPhone








Derlemeler : Çocuklara Nebilden Hikayeler
Nebil Tarihi’nden Çocuk Hikayeleri
ŞEYH AHMET’İN SIRRI

Uzun yıllar önce İran’da çok muhteşem bir sırrı olan bir adam yaşıyordu. Belki sen bunun bir sır olduğunu düşünmezdin çünkü bu sır, herkes belki bir gün okur diye bir Kitapta yazılıydı. Fakat bunu okuyanlar tam olarak ne demek istediğini anlayamadı. Şeyh Ahmet anladı çünkü bu Kitábı baya incelemiş ve anlayabilmek için dua etmişti. Ve burada bulduğu sır, onu o kadar mutlu etmişti ki herkese anlatmak istedi.

Sırrı bilmek ister misin? Adı Kur-an’ı Kerim olan bu kitapta deniliyordu ki Tanrı dünyaya yeni bir Öğretici yollayacak, Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi azametli bir Öğretici.

Bizler Tanrı hakkında sadece çok az şey biliyoruz çünkü O bizden çok daha azametli ve muhteşem. Gün be gün bazen hayatımızı yaşamakla o kadar meşgul oluyoruz ki Tanrı’yı unutuyoruz. O yüzden de arada sırada insanlara Kendini hatırlatmak için bu İlahi Öğreticilerden birini dünyaya yollar. Bu Öğreticiler, Onun gibidir ve Onlar bize Onun bizim nasıl yaşamamızı istediğini gösterir.

Hz. İsa bu Öğreticilerden biriydi. Birçok insan Onu tanır ve İncil’de Onun hakkında okur. Başkaları Hz. Muhammed’ı tanır ve Kur-an’ı Kerim’de Onun hakkında okur. Şeyh Ahmet, gelecek olan yeni öğretici hakkında Hz. Muhammed’in uzun zaman önce açığa çıkardığı Kur-an’ı Kerim’de okudu. Ona Vaad Edilen deniliyordu çünkü Tanrı Onun geleceğini söz vermişti.

Başka insanlar Kur-an’ı Kerim’de Vaad Edilen hakkında ve Onun geleceğini biliyordu. Fakat onlarla Şeyh Ahmet arasındaki fark şuydu: Şeyh Ahmet sözleri okuduğu zaman, Vaad Edilen’in hemen geleceğinden emindi. Diğerleri ise Onun çok, çok uzun zaman gelmeyeceğini düşünüyordu.

Şeyh Ahmet sözleri okudukça Vaad Edilen’in o anda yeryüzünde yaşadığını hissetti. Çıkıp Onu bulması ve başkalarına Ondan bahsetmesi gerektiğini biliyordu. Herkes Onu kesinlikle bilmek isteyecekti.

Bunu yapabilmek için evini ve ailesini bırakıp tüm ülkede yol alması gerekiyordu. O günlerde ne telefon ne radyo ne de gazete vardı. Hatta posta taşımak için tren bile yoktu. Ve tabi ki uçak da yoktu. Dolayısıyla birinin, insanların bilmesini istediği birşeyi varsa, bu insanlara kendisinin gitmesi gerekiyordu.

Şeyh Ahmet ile bu seyahate çıktığımızı farz edelim. Yolun büyük bir kısmını ya yürümemiz ya da ata veya eşeğe binmemiz gerekirdi. Ve geceleri yemek ve istirahat için rahat bir otele gidemezdik çünkü şu anda olduğu gibi oteller yoktu. O zamanlar onlara “kervansaray” denilirdi ve biz onları fazla rahat bulmazdık.

Fakat Şeyh Ahmet rahatsız olmayı önemsemiyordu çünkü Tanrı’nın ondan yapmasını istediği şeyi yaptığını biliyordu. Ve insanlar onun bildiği şeyleri öğrenmek istediği için çok mutluydu. Nereye giderse, gelecek olan Vaad Edilen hakkında konuşmasını dinlemek için çok sayıda insan geliyordu. Şeyh Ahmet onlara Kur-an’ı Kerim’den okurdu çünkü birçoğu okumayı bilmiyordu. Biliyorsun, bizim gibi okulları yoktu. Okuduktan sonra da Vaad Edilenden ve geleceği zaman Onu nasıl tanıyacaklarından bahsederdi.

Şeyh Ahmet hakkında haberler tüm ülkede dolaşıyordu ve ülkeyi yöneten Şah onu, kendisini ziyaret etmesi için davet etti. Bu, insanları kıskandırdı ve insanlar, arkadaşlarını ile akrabalarını Şeyh Ahmet’i dinlememeleri için kışkırttı. Bazen onunla tartışmaya ve onu şehirlerinden kovmaya çalıştılar.

Bu, Şeyh Ahmet’i muhteşem Müjdesini anlatmasından alıkoydu mu? Bir an bile hayır! Birçok insan ona inandı ve Vaad Edilen hakkında daha fazla şey duyabilirler diye onu nereye giderse takip ettiler. Biliyorlardı ki Vaad Edilen, muhteşem bir insan olmalıydı. Onun herkesi seveceğini biliyorlardı. Nazik olacak ve Ona ihtiyacı olan herkese yardım edecekti. Onu bulmak için kim bilir ne kadar can atmışlardır.

Uzun yıllar bu şekilde dolaştıktan sonra Şeyh Ahmet, Tanrı’nın ondan yapmasını istediği şeyi bitirdiğini biliyordu. Onun başlattığı işi artık başkası devam ettirmeliydi. Bu yüzden çok sevgili dostu Seyid Kazım’ı kendine çağırdı. Ondan, kendisinin yerine dolaşmasını ve insanlara Vaad Edilen hakkında konuşmasını istedi.

Seyid Kazım bunu yapmaya söz verdi çünkü o da Şeyh Ahmet gibi insanların bu harika Müjdeyi duymalarını istiyordu. Ve belki de bir gün kendisi de Vaad Edilen’i görebilirdi.

YEŞİL SARIKLI GENÇ ADAM

Her tarafı gezip insanlara Tanrı’nın yeni bir öğretici yolladığını anlatan Şeyh Ahmet hakkındaki hikayeyi hatırlıyor musun? Şeyh Ahmet öldüğü zaman, görevini sürdürme ve Vaad Edilen hakkındaki haberleri yayma işini Seyid Kazım’a bıraktı.

Muhtemelen “Seyid” kelimesi sana yabancı gelmiştir. Bu, Kur-an’ı Kerim’i açığa çıkaran muhteşem Öğretici Hz. Muhammed’in ailesinin bir üyesi anlamına geliyor. Tabi Hz. Muhammed Seyid Kazım’dan çok yıllar önce yaşamıştı fakat o ailede daha sonra doğmuş olan erkeklere Seyidler deniliyordu. Çok, çok yıl sonra da olsa Hz. Muhammed ile bağlantılı olmak çok büyük bir şerefti.

İşte Seyid Kazım’ın insanlara anlattığı başka bir şey: Tanrı’nın söz verdiği bu İlahi Öğretici o anda yaşamaktaydı. Hatta belki de yakınlarında yaşıyordu ve Onu tanımıyorlardı. Herhalde insanların bunu duymaktan ne kadar şaşırdıklarını ve bunun hakkında ne kadar konuşmuş olabileceklerini ve Vaad Edilen’in kim olduğunu ve nerede yaşadığını merak etmiş olabileceklerini hayal edebilirsin. Sen ve ben orada olsaydık herhalde biz de merak ederdik.

Çok garip ama Tanrı insanlara Kendisini hatırlatmak için yeryüzüne yeni bir İlahi Öğretici yolladığı zaman başta Onu sadece birkaç kişi tanıyor. Onu sokakta veya dua etmeye gittiği türbelerde görebilirler ve buna rağman Onu tanıyamayabilirler çünkü kalpleri sevgi ve umut dolu değildir. Ve bazı insanlar kendilerini düşünmekle o kadar meşguldürler ki Onu fark etmeyebilirler.

Fakat bu insanlar gibi olmayan bir sürü başka insan vardır. Onların kalpleri hazırdır çünkü Onu bekliyorlardır. Seyid Kazım bunlardan biriydi. Ve başkalarını, Vaad Edilen’i gördükleri zaman Onu tanımaları için hazırlamaya çalışıyordu. Bu hikaye Seyid Kazım’ın hayatındaki çok mutlu bir günden bahsediyor, Vaad Edilen ile ilk karşılaştığı gün. Ve Onunla sadece karşılaşmadı; fakat Onun konuşmasını da duydu.

Şimdi sana belki o zaman Seyid Kazım’ın bile bilmediği bir şey anlatmalıyım. Tanrı aslında bir tane yerine iki tane İlahi Öğretici yolladı. Seyid Kazım’ın bahsettiğinin adı Hz. Báb’tı. “Bab” kelimesi “giriş” veya “kapı” anlamına geliyor, ve sanki Hz. Báb daha sonra gelecek olan Hz. Bahaullah için, diğer muhteşem öğretici için, kapıyı açmaya gelmişti. Hz. Báb tabiki ilk önce geldi. Şeyh Ahmet’in ve Seyid Kazım’ın beklediği Oydu. Çünkü onlar Kur-an’ı Kerim’de Onun hakkında okumuşlardı.

Bir sabah çok, çok erken, daha şafak vaktinde Seyid Kazım bir dostuna Kerbela’ya, oturdukları yere çok önemli bir insanın geldiğini ve onu bir an önce ziyaret etmeleri gerektiğini anlatan bir haberci yolladı. Dostu, Seyid Kazım’ın evine vardığı zaman Seyid Kazım’ı giyinmiş ve kapıda beklerken buldu. Birlikte caddelerden geçtiler.

Şehir ne kadar sessizdi kim bilir çünkü güneş daha doğmamıştı ve insanlar daha etrafta dolaşmaya başlamamıştı. Kısa bir süre sonra, sanki onları beklermiş gibi kapı girişinde Genç bir Adamın durduğu bir eve ulaştılar. Yeşil bir sarık giyiyordu ve yüzü o kadar kibar ve yumuşaktı ki Onu gören hiç kimse Onu sevmeden edemezmiş gibi görünüyordu. Sen hiç ilk karşılaştığın zaman sevdiğin insanlar gördün mü?

Bu iki dostu karşılamaya gelirken Genç Adam kollarını Seyid Kazım’ın etrafına doladı ve ona o kadar sevgi dolu nazik kelimelerle konuştu ki Seyid Kazım sadece başı eğik bir şekilde durabildi. Konuşamıyordu.

Genç Adam, Seyid Kazım’ı ve dostunu evin içine ve yukarıya, çok güzel koku saçan çiçeklerle süslenmiş bir odaya geçirdi. Burada onlara oturmalarını söyledi ve onlara odanın ortasında duran gümüş bir kaseden içecek verdi.

Birisini çok, çok fazla sevdiğin zaman o kadar mutlu olursun ki sadece ona yakın olmak istersin. Konuşmak zorunda değilsindir. O sabah o iki ziyaretçi Genç Adam ile beraberken işte böyle hissediyorlardı. Sadece birkaç kelime konuşuldu. Daha sonra onları kapıya geçirdi ve mükemmel bir gülümsemeyle onlarla vedalaştı.

Seyid Kazım ile gitmiş olan o dostu kim bilir o ziyareti ne kadar sık düşünmüştür. Daha sonra, üç gün sonra, Seyid Kazım bu Genç Adamı bir daha gördü. Genç Adam içeriye girip onlarla oturduğunda, Seyid Kazım birkaç kişiye Kur-an’ı Kerim’i öğretiyordu. Bir anda Seyid Kazım konuşmayı kesti. Diğerleri ondan devam etmesini isteyince o sadece elini salladı. Kapıdan içeriye girip Genç Adam’ın kucağına düşen bir güneş ışınını işaret etti.

Seyid Kazım yüzünü Genç Adama çevirerek, “daha ne söylemeliyim ki?” diye yanıtladı. “Gerçek,” dedi, “o kucağa düşen güneş ışınından daha açıktır!” Görüyorsun ki Seyid Kazım bu Genç Adamın kim olduğunu biliyordu ve ötekilerinin niye bilmediğini anlayamıyordu.

Fakat diğerleri yine de anlamadılar, hatta diğer sabah Seyid Kazım ile birlikte gitmiş olan kişi bile. Ne zaman bu Genç Adamı düşünse yüreğinde tuhaf bir duygusu vardı. Defalarca Seyid Kazım’a bu Genç Adamın ismini sormaya kalkışmıştı ama her seferinde sanki birşeyler onu durduruyordu.

Belki sen bu Genç Adamın kim olduğunu tahmin edebilmişsindir, fakat Seyid Kazım’ın arkadaşı Onu tüm kalbiyle sevmesine ve günde Onu defalarca düşünmesine rağmen Onun kim olduğunu anlayamadı. Bir gün Kendisinin Hz. Báb, Vaad Edilen, olduğunu söyleyen birisini duydu. O zaman anladı ki O, Kerbela’da gördüğü ve çok sevdiği kişiydi.

ÇOBANIN RÜYASI

Seyid Kazım çok mutluydu. Vaad Edilen’in geldiğini bilmekle kalmayıp aynı zamanda Onu görmüş ve Onu ziyaret etmişti. Onun ismini söylemeye henüz izinli olmamasına rağmen başkalarına Ondan bahsetmek onun için kim bilir ne kadar mutluluk vericiydi.

Fakat inanabiliyor musun? Onu dinlemeyen bir sürü insan buldu. Duymak istemeyen birisine birşeyi anlatmanın yararı yoktur ki. Bazı insanlar sadece dinlememekle kalmayıp bazen Seyid Kazım’a ve arkadaşlarına çok zalimce davranıyorlardı.

Seyid Kazım ve bazı yakın dostları aynı şekilde tebliğe devam ettiler çünkü her zaman onları dinlemekten mutlu olan insanlar vardır. Onlar için Kur-an’ı Kerim’den iki muhteşem Öğreticinin geleceğini anlatan kelimeleri okudu. Onların bekledikleri ilk önce gelecekti ama kısa bir zaman sonra bir tane daha muazzam Öğretici olacaktı. Ve bu ikinci öğretici sadece oturduğu ülkeye değil tüm dünyaya ışığını getirecekti.

Bir gün öğle saatlerinde Seyid Kazım bir palmiye ağacının gölgesinde öğle namazından gelecek olan kişileri bekliyordu. Birdenbire bir Arap ona doğru koştu ve kollarını Seyid Kazım’a doladı .

İşte adamın ona anlattığı tuhaf hikaye:

Üç gün önce koyunlarını yakınlardaki bir otlakta izlerken uyuya kalmış ve rüya görmeye başlamış. Hz. Muhammed’in inananlarından olan bu adam, rüyasında Hz. Muhammed’in kenidisine geldiğini ve iyi dinleyip söylenenleri hatırlamasını, çünkü bunların Tanrı’nın sözleri olduğunu söylediğini gördü. “Bu sözlere karşı sadık olursan,” dedi, “ödülün muhteşem olacaktır. Onları inkar edersen, başına şiddetli cezalar gelecektir.” Bu mesajı unutsaydı başına büyük bela gelecekti. Daha sonra çobana, o yere yakın kalmasını söyledi. Seyid Kazım ve dostları üç gün içinde öğlen oraya dua okumaya gelecekti. Çoban, Seyid Kazım’ı karşılayıp ona işlerinin hemen hemen bittiğini – Kerbela’ya döndükten üç gün sonra Konuşana’a gitmeye izinli olacağını söyleyecekti. Ondan kısa süre sonra da Vaad Edilen Kendini herkese tanıtacaktı.

Şimdi bu rüya şu anlama geliyordu ki Seyid Kazım Kerbela’daki evine döndükten üç gün sonra ölecekti çünkü işleri bitmişti. Her birimizin yapmamamız gereken işleri vardır. Olmasaydı bu dünyada olmazdık.

Çobanın sözleri Seyid Kazım’ı çok çok mutlu etti fakat tabi ki dostlarını üzdü. Seyid Kazım bunu görünce onlara şöyle dedi: “Sizin bana olan sevginiz, hepimizin gelmesini beklediğimiz Kişi için değil mi? Vaad Edilen’in açığa çıkabilmesi için benim ölmemi istemez miydiniz?”

Onlara o kadar sevgi dolu konuştu ki ve Vaad Edilen ile nihayet tanışacaklarını düşünmek onları o kadar mutlu etti ki üzüntüleri sona erdi. Bugün bizim için de böyledir. Hiçbir zaman sevdiğimiz bir dostu kaybetmeyi sevmeyiz ama kaybettiğimiz zaman da Tanrı bize her zaman bir başkasını yollar.

O yüzden Seyid Kazım işini bitirdi ve Kerbela’ya döndü. Orada, çobanın rüyasında gördüğü gibi, üç gün sonra dostlarını Vaad Edilen’i bulup insanlara Ondan bahsetmeleri için bırakarak öldü.

MOLLA HÜSEYİN VE HZ. Báb

Seyid Kazım’ın ölümünden sonra sanki dostları ne yapmaları gerektiğini bilmiyordu. Bu sırada Kerbela’ya Molla Hüseyin adında genç bir adam geri geldi. Molla Hüseyin, Seyid Kazım için bir başka şehre bir mesaj taşımış olan bir dostuydu. Molla Hüseyin hemen birkaç dostunu bir araya topladı ve onlara Seyid Kazım’ın ölmeden önce ne söylediğini sordu.

Birisi, onlara evlerini terk edip Vaad Edilen’i bulmak için uzaklara ve enginlere dağılmalarını söylediğini anlattı. Bir diğeri de Vaad Edilen’in her kim Onu bulmaya çalışırsa Onun yolu göstereceğini anlattığını söyledi.

Molla Hüseyin onlara daha fazla beklememeleri için yalvardı. “Neden Kerbela’da kalmayı seçtiniz?” diye sordu. “Benim olduğu gibi sizin de ilk göreviniz, hem ruhunuzda hem de davranışlarınızda sevgili efendimizin ölen mesajını kalkıp icra etmektir.”

Fakat hepsi bahaneler öne sürmeye başladı. Birşeyi yapmak istemediğin zaman nasıl olduğunu bilirsin. Her zaman bir bahane bulabiliriz, fakat gerçek neden o işi yapmak istemeyişimizdir. En sonunda Molla Hüseyin onların gitmek istemediklerini gördü. Kendini çok üzgün hissederek onlardan ayrıldı ve sadece erkek kardeşi ile yeğeninin eşliğinde yola koyuldu.

Öncelikle kendini Vaad Edilen ile buluşmaya hazırlaması gerektiğini düşündü. Sevdiğin birisiyle buluşmaya gideceğin zaman, en güzel şekilde görünmek istersin. Molla Hüseyin böyle hissediyordu. Fakat onun düşündüğü kıyafetleri değildi. Düşüncelerini uygun hale sokarak, sevgili Vaad Edilen’in onun düşünmesini isteyeceği şekilde düşünerek ve Onun yapmasını isteyeceği şeyi yaparak hazır olmak istiyordu.

Bu yüzden Molla Hüseyin sakin olup dua okuyabileceği bir yere gitti. O ve yoldaşları orada kırk gün kaldılar.

Kırk günün sonunda Vaad Edilen’i bulmak için tekrar yola koyuldular. Yakınlarındaki bir şehirde durdular ve orada çok hoş bir deneyimleri oldu. Hz. Báb çok uzun yıllar önce o şehirde yaşamıştı. Dua okuyarak çok vakit geçirmişti ve bu dualar o şehri diğer şehirlerden o kadar farklı yapmıştı ki Molla Hüseyin oraya vardığında farkı hissedebiliyordu. Bu, duanın neler yapabildiğini gösteriyor. Hz. Báb o zamana kadar şehri terk etmişti onun için Molla Hüseyin ve yoldaşları orada kalmadılar. Şiraz adında başka bir şehre doğru devam ettiler.

Şehrin sınırlarına vardıklarında Molla Hüseyin kardeşine ve yeğenine devam etmelerini ve onlar için oda bulmalarını söyledi. Onlarla daha sonra, akşam ezanı vakti geldiği zaman buluşacaktı.

Molla Hüseyin şehrin sınırlarında yürürken Genç bir Adam ona doğru geldi. Genç Adam yeşil bir sarık giyinmişti ve yüzü aynı sen çok mutlu olduğun zaman yüzünün ışıldadığı gibi ışıldıyordu.

Molla Hüseyin bu Genç Adamın Hz. Báb, aradığı Vaad Edilen, olduğunu bilmiyordu. Herhalde Molla Hüseyin’i duymuş ve kendisiyle tanışmaya gelmiş Seyid Kazım’ın dostlarından biridir diye düşündü. Genç Adam sanki onu ezelden beri tanıyormuş gibi kollarını Seyid Kazım’a doladı. Molla Hüseyin’i kendi evine gelip istirahat etmesi için davet etti. Fakat Molla Hüseyin Ona, dostlarının kendisini bekliyor olacaklarını söyledi.

“Onları Tanrı’nın koruyuculuğuna teslim et,” diye cevap verdi Genç Adam. “O, onları mutlaka koruyup onlara dikkat edecektir.”

O kadar nazik ve sevgi doluydu ki, Molla Hüseyin hayatında daha önce hiç olmadığı kadar mutluydu. Hz. Báb onu kapısını çaldığı küçük bir eve götürdü. Etiyopyalı bir hizmetli onları içeriye buyurdu ve Hz. Báb, Kendisi misafirinin ellerini yıkayabilmesi için su getirip ona döktü. Daha sonra birlikte dua etiler ve Molla Hüseyin duasında tekrar Tanrı’nın ona Vaad Edileni bulmasına yardımcı olmasını diledi. Bu Genç Adamın Vaad Edilen olduğunu hala bilmiyordu.

Onlar konuşurken hepimizin hem bugün hem de gelecek yıllarda çok yıllar önce olmuş olan o günü hatırlayacağımız bir şey oldu. Gün batımından yaklaşık iki saat sonraydı ki Hz. Báb muhteşem bir sevgi ve neşe ile Molla Hüseyin’e Kendisinin kim olduğunu açıkladı. Molla Hüseyin o kadar çok şaşırmıştı ki ilk başta bu mutlu müjdeye inanamadı. Fakat Hz. Báb konuşmaya devam ettikçe, Molla Hüseyin başka hiç kimsenin bu kadar bilgili olamayacağını anladı. Biliyordu ki bu, Hz. Báb olmalıydı. Zaman o kadar çabuk geçiyordu ki onlar tüm gece konuştular fakat Molla Hüseyin sabah ezanını duyana kadar bunu fark etmemişti.

“Bu gece,” dedi Hz. Báb, “şu saat, gelecek günlerde şölenlerin en muazzamı ve en önemlisi olarak kutlanacaktır.”

Bu, Hz. Báb’ın birilerine kim olduğunu ilk defa açıklamasıydı. Bunu açıkladığı kişi olmuş olmak ne kadar güzel olurdu değil mi? Molla Hüseyin ayrılmadan önce Hz. Báb kendisine, Ona ilk inanın kendisi olduğunu söyledi. Daha sonra aynı Molla Hüseyin’in yaptığı gibi onsekiz ruh Hz. Báb’ı bulacaktı. Fakat Molla Hüseyin hiç kimseye Hz. Báb’tan bahsetmemeliydi. Çünkü her kişi Onu hiçbir yardım almadan bulmalıydı. Tüm bu onsekiz kişi müthiş sırrı öğrendikleri zaman Hz. Báb onları tüm dünyaya yeni bir öğreticinin gelmiş olduğunu açıklamaları için yollayacaktı.

Molla Hüseyin Hz. Báb’tan ayrılırken o kadar heyecanlı ve mtluydu ki titriyordu ve çok güçlükle yürüyebiliyordu. Onu gören insanlar ona ne olduğunu merak etmişlerdir fakat bu müthiş sırrını tuttuğundan emin olabilirsin.

DİRİ HARFLER

Molla Hüseyin, Hz. Báb’ı defalarca ziyaret etti. Hep geceleri gidiyordu ki kimse onu görmesin çünkü Hz. Báb’ı tanıyacak ilk diğer onsekiz kişi Onu kendi başlarına bulmalıydı. Her gün Molla Hüseyin gecenin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu ki Hz. Báb ile beraber olabilsin.

Tanrı dünyaya ne zaman yeni bir İlahi Öğretici yollasa Vaad Edilen, Kendisine işlerinde yardımcı olabilmesi için Onu seven ve Ona inanan insanlardan bazılarını seçer. Bunlara bazen mürit denir.

Hz. İsa yeryüzünde yaşarken on iki müridi vardı. Hz. Báb geldiğinde on ikiden fazla müridi vardı. Yakında Onun kaç tane müridi olduğunu ve onlara ne ad verdiğini duyacaksın.

Bir gece Hz. Báb Molla Hüseyin’e şöyle dedi, “Yarın on üç yoldaşın gelecek. Her birine üstün bir sevgi ve şefkat göster.” Bu adamların da Vaad Edileni tanımaları için Molla Hüseyin’e Tanrı’ya dua etmesini söyledi.

Tam ertesi sabah Molla Hüseyin’in on üç dostu şehre vardı. Bunlardan Ali adında birisi Molla Hüseyin’in çok mutlu olduğunu ve artık Vaad Edilen’i arıyormuş gibi görünmediğini fark etti. Ali kendisine bunun neden böyle olduğunu sordu. Vaad Edilen’i bulmuş muydu yoksa?

Ali, Molla Hüseyin’in Onu hakikaten bulmuş olduğunu hemen anladı. Vaad Edilen’e giden yolun kendisine gösterilmesi için yalvardı fakat Molla Hüseyin başını salladı.

“Bu isteğini kabul etmem için yalvarma,” dedi. “Ona güven çünkü O kesinlikle senin adımlarını yönlendirecek ve kalbinin huzursuzluğunu giderecektir.”

Ali bunu diğer dostlarına anlattı ve hepsi Tanrı’nın onları Vaad Edilen’e yöneltmesi için dua etti.

Bundan üç gün sonra Ali dua ederken bir hayal gördü. Hayal, rüya gibi birşeydir fakat hayal gören insanın uyuyor olmaması gerekiyor. Ali hayalinde, önünden geçen bir ışık görmüş gibi oldu. Kendisini bu ışığı takip edip Vaad Edileni bulurken gördü.

Geceydi, fakat Ali hemen kalkıp Molla Hüseyin’in evine gitti. Kollarını ona dolayarak gördüğü hayali anlattı.

Molla Hüseyin çok mutluydu. “Bizi buraya kılavuzlayan Tanrı’ya şükürler olsun!” dedi.

Sabah olunca Ali’yi Hz. Báb’ın evine götürdü. Kapıda, Efendisinin şafaktan önce kendisini çağırıp kapıyı açmasını ve hazır durmasını söyleyen Etiyopyalı hizmetli duruyordu. “Bu sabah çok erken saatte iki ziyaretçi gelecek,” denilmişti kendisine. “Benim adıma onlara sıcak bir karşılama sun. Benim için onlara de ki: Tanrı’nın adıyla içeriye girin.”

O sabah o üçü beraberce konuşurken sanki tüm oda ışıkla dolmuş gibiydi. Yeni ve çok güzel bir günün gelmiş olduğunu hissediyorlardı.

Ali’nin on iki yoldaşından her biri en sonunda Hz. Báb’ı buldu. Bazıları Onu rüyalarında gördüler. Bazıları dua ederken ve başkaları Onu düşünürken Onun hayalini gördüler. Ve on yedi kişi Onu bulup Onun müridi olana kadar böyle devam etti. Dışarıya çıkıp Yeni Günü anlatmaya hazırdılar. Hz. Báb onlara “Diri Harfler” adını verdi. Biri kadındı. Daha sonra bir başka hikayede onun hakkında daha fazla şey duyacaksın.

Bir sabah Hz. Báb, Molla Hüseyin’e, “Yarın gece son Harf gelecek ve benim seçilmiş müritlerimin sayısını tamamlayacak.” dedi.

Hz. Báb zamanın ilerisinde tam olarak neyin olacağını biliyordu.

Ertesi akşam Hz. Báb, Molla Hüseyin tarafından takip edilerek eve dönerken seyahat etmekten yorulmuş ve tozlanmış genç bir adam koşarak kollarını Molla Hüseyin’e doladı. Hz. Báb’a bakarak şöyle dedi: “Onu neden benden saklamaya çalışıyorsun? Onu yürüyüşünden tanıyabiliyorum.”

Hz. Báb’ı sadece yürüyüşünden tanımıştı. Molla Hüseyin ondan bir süre beklemesini istedi. Sonra da Hz. Báb’a koşarak Ona bu gezgini anlattı.

“Onun tuhaf davranışına şaşma,” dedi Hz. Báb. “Biz onu zaten tanıyoruz. Aslında onun gelmesini bekliyorduk. Ona git ve onu Bizim huzurumuza çağır.”

Böylece tozlu genç adam, kendisini büyük bir mutlulukla karşılayan Hz. Báb’ a geçirildi. Bu genç adamaın adı Kuddüs’tü. Ve şimdi artık çıkıp Vaad Edileni anlatmaya hazır olan onsekiz Diri Harf vardı.

HZ. Báb’IN HİKAYESİ

Hz. Báb insanlara Yeni Günü anlatmak için Allah’ın yolladığı Vaad Edilen olmasına rağmen, hepimizin gelmesi gerektiği gibi dünyaya küçük bir bebek olarak geldi. Yirmi beş yaşında olana kadar hiç kimse Onun Vaad Edilen olduğunu bilmiyordu.

Hz. Báb çok gençken Bábası öldü ve O, amcasıyla yaşamaya gitti. O günlerde İran’da senin şu anda gittiğin gibi okullar ve Kur-an’ı Kerim’den başka çalışılacak kitap yoktu. Amcası Onu Kur-an’ı Kerim’den eğitim veren bir adamın bakımına verdi. Daha ilk baştan Hz. Báb o kadar hızlı öğreniyordu ki öğretmeni buna anlam veremiyordu.

Birgün öğretmeni Hz. Báb’ın, Kur-an’ı Kerim’in ilk satırlarını ezbere okumasını istedi, fakat çocuk anlamını bilmediği sürece onları okuyamayacağını söyledi. Ne yapacağını görme ümidiyle öğretmeni ne anlama geldiklerini bilmiyormuş gibi göründü.

“Bu sözlerin ne ifade ettiğini ben biliyorum,” dedi çocuk. “İzninizle açıklayacağım.”

Onları o kadar anlamlı ve net bir biçimde açıkladı ki öğretmeni hayret etti. O zaman anladı ki Hz. Báb’ın bir öğretmene ihtiyacı yoktu.

Ertesi gün öğretmen çocuğu amcasının ofisine götürdü. “Onu size geri getirdim,” dedi. “Ona sıradan bir çocukmuş gibi muamele edilmemeli çünkü ben Onda şimdiden sadece bu Devrin Tanrısının Zuhurunun açığa çıkarabileceği gizemli gücün delillerini farkedebiliyorum.”

Fakat Çocuğun amcası Onun okumayı kesmesini istemiyordu. Hz. Báb’a sert bir şekilde baktı. Ona, diğer çocukların yaptıklarını yapmasını yapması gerektiğini söyledi – sessizce oturup öğretmeninin söylediği her kelimeyi dikkatlice dinlemek.

Hz. Báb bunu yapmaya söz verdi ve okuluna geri döndü. Fakat diğer çocuklar gibi olamıyordu. Ruhu herşeyi, öğretilmeden biliyordu. En sonunda amcası Onu okuldan çıkardı ve kendisine işlerinde yardım etmesine izin verdi.

Bundan birkaç yıl sonra, Hz. Báb yeterince büyüdüğü zaman, Hediye Begüm ile evlendi ve küçük bir oğulları oldu. Ona Ahmet ismini verdiler ve annesi ile Bábası tarafından ne kadar sevildiğini tahmin edebiliyorsundur. Fakat birgün Ahmet henüz küçükken hastalandı ve öldü. Tabi ki Hz. Báb ve Hediye Begüm onu çok özlüyorlardı fakat buna rağmen Hz. Báb Kendini üzgün hissedemiyordu. Biliyordu ki Tanrı’nın, Onun küçük oğluna bir yeri vardı. Ve bir gün O da Tanrı’ya olan sevgisini gösterebilecek bir şekilde ölebilir diye dua ediyordu. Ve Tanrı Onun duasına karşılık verdi. Bir başka hikayede Hz. Báb’ın nasıl öldüğünü duyacaksın.

Hz. Báb’ın yaşadığı İran’da yazları çok çok sıcaktır. Bu Onu her gün evinin çatısında saatlerce dua etmesinden alıkoymazdı. İran’daki evlerin çatıları, insanlar hava serin olduğu akşamlar üzerine oturabilsin diye düz yapılmıştı. Fakat Hz. Báb, akşam olmasını beklemezdi.

Her Cuma şafakta çatıya çıkıp güneş doğana kadar dua ederdi. Öğlen, güneş en sıcak olduğu an, yine dua etmek için yukarı çıkardı ve duasına o kadar dalmış olurdu ki yakıcı ışınları hissetmiyormuş gibi görünürdü. Burada düşünerek ve sevgi ile neşe dolu bir kalple dua ederek öğleden sonraya kadar kalırdı.

Bazı insanlar Onun güneşe taptığını sanıyordu fakat bu tabi ki doğru değildi. Onun için, güneş Tanrı’nın bir işaretiydi. Güneş dünyaya ışığını ve ısısını yollar ki ağaçlarla çiçekler ve herşey büyüyebilsin. Aynı şekilde Tanrı da ruhumuzdaki sevginin büyüyebilmesi ve Tanrıya benzeyebilmemiz için bize sevgisini yollar. Çiçeklerin ve kuşların güneşsiz yaşayamayacağı kadar biz de Onun sevgisi olmadan yaşayamazdık.

Hz. Báb tanıştığı herkese karşı çok nazik ve şefkatliydi. Hiçbir zaman Kendisi için bir şey istiyora benzemezdi ve herşeyin en iyisini hep başkalarına verirdi. Sadece Ona yakın olmak bile insanları tamamen mutlu ederdi ve Onun konuşmasını dinlemek dünyadaki en büyük mutluluktu. Çok dürüsttü ve başkalarına ait olan şeylere karşı çok dikkatliydi. İşte insanların Onun hakkında anlattığı bir hikaye.

Bir gün Hz. Báb çalışırken bir adam Kendisine onun adına satması için bir şey verdi. Adam Ona sadece fiyatın ne olması gerektiğini söyledi. Hz. Báb adama eşyanın parasını yolladığı zaman, istediğinden daha fazla para vardı. Dolayısıyla adam bunun neden böyle olduğunu anlayabilmek için Hz. Báb’a mektup yazdı.

Hz. Báb kendisine geri yazdı: “Size yolladığım tamamıyla size ödenmesi gerekendir. Hakkettiğinizden bir kuruş bile fazla yoktur. Bir zamanlar sizin Bana verdiğiniz güvenin bir değeri vardır. Eşyayı bu fiyata satamadığıma göre şimdi size bütün bu miktarı sunmanın Benim bir görevim olduğunu hissediyorum.”

Görüyorsun ki Hz. Báb eşyayı sattığı zaman, daha önceden satılmış olsaydı getireceği kadar para getirmedi. Hz. Báb bunun kendi suçu olduğunu hissediyordu çünkü onu zamanında satmamıştı. Dolayısıyla adama, eşya için aldığı paraya ek olarak para yolladı. Herkes bunu yapmazdı.

Herkesin Hz. Báb’ı sevdiğine hiçbir şüphe yoktur. O, hiç kimseye karşı saygısız olmaya asla katlanamazdı.

HZ. Báb’IN HABERCİLERİ

Onsekiz Diri Harfin Hz. Báb’ı nasıl bulduğunu anlatan hikayeyi hatırlıyor musun?

Hz. Báb, bunların artık tüm ülkeye dağılıp insanlara Vaad Edilenin geldiğini açıklamaları gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden bir gün konuşmak için hepsini bir araya çağırdı.

Kendisine ilk çağrılan Molla Hüseyin’di. Ve Hz. Báb, Molla Hüseyin’i çok sevdiği için Molla Hüseyin’e kendisine olacak çok harika birşeyden azıcık bahsetti. O, Hz. Báb’ın haberini iletmek için bir çok şehre giedecekti. Daha sonra da büyük şehre, Tahran’a gidecekti.

“O şehirde bir sır yatıyor,” dedi Hz. Báb. “Açığa çıkarıldığı zaman dünyayı cennete çevirecektir.”

Bak, Hz. Báb Molla Hüseyin’e Tahran’da ne olacağını söylemedi. Fakat Molla Hüseyin bunun dünyayı cennete çevirecek – dünyayı cennet gibi yapacak bir şey olduğunu biliyordu. Daha sonra bu müthiş sır hakkında bir hikaye duyacaksın.

Hz. Báb’ın Diri Harflere, onları dışarıya yolladığı zaman söylediği şeyleri duymuş olmak herhalde mükemmel olmalıydı. Hz. Báb’ın söylediklerini bugün yıllar sonra okuyabilmemiz için muhtemelen çok akıllı olan birisi kaleme almış.

Hz. Báb Diri Harflere onların o gün için Tanrı’nın ismini taşıyanlar olduğunu söyledi. Herkese, Tanrı’nın yollamış olduğu yeni Öğreticiyi onlar açıklayacaktı. Onlara, sadece Tanrı’nın onlardan yapmalarını dileyeceği şeyleri yapmalarını söyledi, çünkü o zaman onların doğruyu söylediklerini anlayacaklar ve onları dinleyeceklerdi.

Bu bizim bugün hatırlamamız gereken iyi bir şey – yapacağımız şeyler hakkında fazla konuşmamak. Ellerimizi başkalarına yardım etmesine ve ayaklarımızı onların işlerini yapmalarına bırakabiliriz. O zaman herkes Tanrı’yı sevdiğimizi ve Onun gibi olmaya çalıştığımızı görecektir. Bunun hakkında konuşmaya gerek bile kalmayacaktır.

Hz. Báb aynı zamanda Diri Harflere Tanrı’nın çok güçlü olduğunu ve yapmaları gereken her zor işte onlara yardım edeceğini anlattı. Tek yapmaları gereken Ona güvenmek ve Onun onlara yardım edeceğine inanmaktı.

Bunu onlara şu şekilde söyledi: “Onun ismiyle kalkın, Ona tamamen güvenin ve mutlak zaferden emin olun.”

Ondan ayrılmalarından dolayı muhtemelen üzgün olmalarına rağmen ayrıldıklarında kendilerini şüphesiz çok güçlü ve çok mutlu hissetmişlerdir. Tüm ülkeye yayıldılar. Her biri önce kendi yurtlarına müjedeyi oraya iletmek için gitti.

Birçok insan dinlemek istemedi. Diri Harflerin hatalı olduklarını düşünüyorlardı. Bazı Diri Harfler hapse atıldı bazıları dövüldü veya taşlandı ya da başka zalim şekillerde cezalandırıldı. Baya sıkıntı çektiler.

Fakat Hz. Báb’ın onlara korkmamalarını söylediğini hatırladılar. İşlerini tamamlayana kadar hiç bir şey onlara zarar veremezdi. Dolayısıyla durmadan Vaad Edileni ve Onun sayesinde dünyanın ne kadar daha iyi olacağını insanlara öğretmeye gittiler.

Başka insanlar Diri Harfleri dinlemekten mutlu oluyorlardı. İşte onların söyleyecekleri herşeyi dinleyen bir adam hakkındaki hikaye.

Birgün bu adam bir arkadaşının evinde Molla Hüseyin’in Vaad Edilen hakkında konuştuğunu duydu. Konuşma bittiği zaman adam, Molla Hüseyin’e çok büyük bir istekle bu yeni Öğreticinin ismini söylemesini rica etti.

“Bu ismi soruşturmak onu söylemek kadar yasaktır,” diye yanıtladı Molla Hüseyin.

Adam, bunun yerine dua aracılığı ile Vaad Edilen’in kimliğini keşfetmeye çalışmanın mümkün olup olmayacağını sordu.

“Onun rahmetinin kapısı,” diye yanıtladı Molla Hüseyin, “Onu arayanın yüzüne karşı asla kapalı değildir.”

Dolayısıyla adam arkadaşına yalnız kalıp dua okuyabilmesi için başka bir odaya girip giremeyeceğini sordu. Kendi evine gidene kadar bile beklemek istemiyordu.

Adam yere uzandı ve dua etmeye başladı. Dua ederken, Kerbela’daki türbede namaz kılarken gördüğü Genç bir Adamın yüzünü hatırladı. Şimdi dua ederken, bu yüzü tekrar gördü. Hayalinde sanki bu Genç Adam kendisine gülümsüyordu ve o da öne doğru giderek bu Genç Adam’ın ayaklarına kapandı. Hayali yok olduğu zaman yere doğru eğiliyordu. Fakar adam duasında Vaad Edileni gördüğünden emindi.

Adam dışarıya koşup diğerlerine hayalini anlattığında Molla Hüseyin kendisine Hz. Báb’ı gerçekten bulmuş olduğunu söyledi.

“Hayalini kimseye açıklama,” dedi Molla Hüseyin. “Bunun zamanı henüz gelmedi.”

Ondan sonra Molla Hüseyin adama mümkün olursa Vaad Edileni birlikte görmeye gidecekkeri Şiraz’da buluşma sözü verdi.

HZ. BAHAULLAH’A OLAN MESAJ

Diğer Diri Harfler kendi yurtlarında tebliğ yaparken Molla Hüseyin Tahran adındaki büyük şehre gitti. Her gün odasını sabahın erken saatinde terkedip Vaad Edilen hakkında kim bir şey duymak isterse ona anlatıyordu. Daha sonra da güneş batımından sonra geri dönüyordu.

Hz. Báb kendisine Tahran hakkında çok önemli bir şey söylemişti. Bunlar Onun sözleriydi: “O şehirde bir sır yatıyor. Açığa çıkarıldığı zaman dünyayı cenette çevirecektir.” Molla Hüseyin bunu ne kadar çok düşünüp merak etmiştir kim bilir.

Bu sırrın bir kısmını gerçekten tahmin etmiş olmalıydı çünkü Tahran’da Hz. Báb’tan sonra gelecek olan ve ışığını tüm dünyaya yayacak olan diğer Vaad Edilen’i bulacağına inanıyordu. Biz daha önceki bir hikayede Tanrı’nın bir yerine iki İlahi Öğretici yolladığını öğrendik. Bunu bilerek Molla Hüseyin hep O diğerini aramıştır.

Tanrı’yı seversek ve Onun bizim yapmamızı istediği şeyleri yaparsak bu dünyada bazı şeyler çok harika bir şekilde oluyor. Molla Hüseyin Tahran hakkındaki sırrı bu şekilde öğrendi.

Bir gece yaklaşık on ikide bir adam Molla Hüseyin’in kapısını çaldı. Molla Hüseyin kimseyi beklemiyordu fakat adamı içeriye davet edip onunla Hz. Báb hakkında konuştu. Molla Hüseyin adama adının ne olduğunu ve nerede yaşadığını sordu.

Misafir, Mazindaran eyaletindeki Nur’dan geldiğini söyledi.

Molla Hüseyin bunun, karakteri, cazibesi ve başardıkları ile çok iyi bilinen Mirza Buzurg’un şehri olduğunu biliyordu. Mirza Buzurg öldüğüne göre ailede aynı başarılara sahip birilerinin olup olmadığını merak etti.

“Anlat bana,” dedi Molla Hüseyin, “rahmetli Mirza Buzurg’un ailesinden o meşhur evin yüksek geleneklerini sağlamaya yetenekli olduğunu kanıtlayabilmiş biri var mı?”

“Evet,” diye yanıtladı adam, “şu anda yaşayan oğulları arasında Bábasını tanımlayan özellikleri ile kendini ayırt etmiş olan biri var.”

Molla Hüseyin, Mirza Buzurg’un oğlunun çok akıllı ve kibar ve cömert olduğunu ayrıca zamanını açları doyurup fakirlerle ve yardıma muhtaç olanlarla ilgilenerek geçirdiğini öğrendi. Molla Hüseyin çok heyecanlandı. Bu seçkin oğul hakkında bir sürü soru sordu. Ne kadar çok detay öğrenirse o kadar çok heyecanlanıyordu. Misafir bunun nedenini anlayamıyordu.

Molla Hüseyin merakla sordu: “Herhalde onunla çok sık karşılaşıyorsundur?” “Onun evini çok sık ziyaret ediyorum,” diye yanıtladı adam.

Molla Hüseyin Genç Adama şafak vaktinde bir tomar kağıt veya bir mektup vermesini ve geri alması gerekirse cevabı geri getirmesini istedi.

Nur’daki bu Genç Adamın diğer Vaad Edilen, Tanrı’nın yollayacağı ikinci İlahi Öğretici olduğunu herhalde tahmin etmişsindir. O, Hz. Bahaullah’tı. Haberci Onun kim olduğunu bilmiyordu fakat sadece Hz. Bahaullah, mektubu dışından okurkenki sesi onu mutlu etti. Daha sonra Hz. Bahaullah ona Molla Hüseyin’e geri taşıması için bir mesaj ve şeker ile çaydan oluşan bir hediye verdi. Bugün, bu tuhaf bir hediye gibi gözükebilir. Fakat İran’daki insanların fazla çay ve şekeri olmadığı için bunları almaktan çok minettar oluyorlardı.

Molla Hüseyin Hz. Bahaullah’tan mesajı ve hediyeyi aldığı zaman o kadar mutluydu ki neredeyse konuşamıyordu. Fırladı, adamdan hediyeyi alıp öptü. Kollarını haberciye dolayarak “Sevgili Dostum! Benim yüreğimi sevindirdiğin için Tanrı’nın da sana sonsuz saadet bahşetmesi ve gönlünü ölümsüz bir mutluluk ile doldurması için Tanrı’ya dua ediyorum,” dedi.

Adam hala Molla Hüseyin’in böyle hissetmesini sağlayan şeyin ne olduğunu anlayamadı. Mektubu götürdüğü adam kimdi? Merak ediyordu. Molla Hüseyin Tahran’ı terk edip başka bir şehre gitmeden birkaç gün önce haberciyi yanına çağırdı.

Molla Hüseyin “Duyduğunu ve şahit olduğunu hiç kimseye anlatma,” dedi. “Bunun, yüreğinde saklı bir sır olmasına müsaade et.” Genç Adamı başkalarına anlatacak olursa, Onu kıskanan insanların Ona zarar vermeye çalışacaklarını anlattı. Bunun yerine Onun fakirlere ve sıkıntıda olanlar yardımcı olabilmesi için Tanrı’ya dua etmek daha iyi olacaktı.

Molla Hüseyin, Hz. Bahaullah’ı, diğer Vaad Edileni, işte böyle buldu. Fakat doğru zaman olmadıkça hiç kimseye Hz. Bahaullah’tan söz etmemesi gerektiğini biliyordu. Önce Hz. Báb’ın geldiğini ve yeni ve güzel bir Günün doğduğunu duymaları gerekiyordu.

HZ. BAHAULLAH’IN BábASININ RÜYASI

Bir gece, Hz. Bahaullah daha küçük bir çocukken, Bábası Onun hakkında tuhaf bir rüya gördü. Rüyasında Mirza Buzurg Oğlunu geniş bir okyanusta yüzerken gördü. Vücudu o kadar çok ışıldıyordu ki etrafındaki su bile aydınlanmıştı ve başından ışınlar her yere doğru yayılıyordu.

Saçı uzun ve siyahtı ve yüzdükçe suyun üzerinde kendisinin etrafında süzülüyordu. Bábası izledikçe çok sayıda balık geldi ve her bir balık Çocuğun başındaki saçlardan birinin ucunu ağzına alıyordu. Ondan sonra O nereye yüzerse balıklar da geliyordu. Fakat Ona zarar vermiyorlardı ve Onun gitmek istediği yerlere yüzmesini engellemiyorlardı.

Bu rüya Hz. Bahaullah’ın Bábasına o kadar gerçek geldi ki rüyanın ne anlama geldiğini anlamak için akıllı bir adam çağırdı. Akıllı adam Oğlunun etrafındaki okyanusun dünya olduğunu anlattı. Onu saran bir sürü balık dünyadaki insanlar arasında harekete geçecek olan kargaşaydı. Hepsi Onun etrafında toplanacaktı fakat Ona ne zarar verebilecek ne de Onun Tanrı için olan işini yerine getirmesini engelleyebilecekti.

Hz. Bahaullah’ın Bábası çok zengindi ve çok güzel mobilyaları ile süsleri olan büyük bir konakta yaşıyordu. Çok kibar ve cömertti. Etrafındaki fakir insanlara yardım etmek için baya para harcardı. Doğal olarak çok dostu vardı ve hep başkası için birşey yaptığı zaman en çok mutlu olurdu.

Bu, yirmi yıl devam etti. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Önce dağlardan onun oturduğu köye yakın bir sel geldi. Sular hızla akıp gidiyordu ve yolundaki her şeyi silip süpürüyordu. Konağın yarısını ve tüm güzel mobilyalarla süsleri alıp götürdü.

Hz. Bahaullah’ın Bábası artık eskisi kadar zengin değildi fakat yine de kendisine ihtiyacı olanlara elinden geldiği şekilde yardım etmeye devam etti. Daha sonra dost olduğunu sandıklarından birkaçı onun makamını elinden almak için ellerinden geleni yaptılar. Buna rağmen yine de sakin ve mutlu kaldı. Onlarla tartışmaya girmezdi.

Hz. Bahaullah büyüdüğü zaman, Tanrı’nın müjdesini insanlara taşımaya başladı. Onlara Kendisinin İlahi bir Öğretici olduğunu açıklamadı. Bunun daha zamanı değildi. Onlara Hz. Báb’tan ve getirdiği müjdeden söz etti. Önce eski evine gitti. Burada insanlar onu dinlemek için başına toplanırdı ve sanki Onu dinlemeye doyamıyorlardı. Sadece Hz. Bahaullah’ın sesini duymak bile Onu sevmelerini sağlıyordu.

O yörelerde idareci olmuş olanlar Ondan, gitmiş olduğu büyük şehri anlatmasını istediler. Ülkenin şahı hakkında birşeyler duymak istiyorlardı. Fakat Hz. Bahaullah böyle şeylerle ilgilenmezdi. O, Tanrı’dan bahsetmek istiyordu. Onlara Hz. Báb’tan ve Yeni Günden söz etmek istiyordu. Her an müjdesini birilerine anlatmak için uzun bir mesafe gidebilirdi.

İşte çok mükemmel bir şey. İnsanlar diyorlardı ki Hz. Bahaullah’ın etrafındaki taşlar ve ağaçlar bile Onun orada bulunmasından dolayı farklıydı. Herşey sanki daha iyi büyüyor ve sanki Tanrı’nın Güzelliğini ortaya çıkarıyordu. Daha sonra Hz. Bahaullah’ın bilindiği isimlerden birisi Cemal-ı Mübarek’ti.

İşte hz. Bahaullah, insanlara Tanrı’nın haberini bu şekilde taşımaya başladı. Fakat hala onlara Kur-an’ı Kerim’de okudukları İkinci İlahi Öğreticinin Kendisi olduğunu açıklamıyordu.

Bu sıralarda Hz. Báb, Arabistan’da bulunan Mekke şehrine doğru uzun bir yolculuk yapmayı düşünüyordu. Gitmek istememesinin bir sebebi vardı. Çünkü İran’daki insanların Onun müjdesini duymaya çok ihtiyaçları vardı. Fakat bir gün Molla Hüseyin’den Hz. Bahaullah’ın tebliğ yaptığına dair bir haber aldı. Bu onu çok mutlu etti çünkü artık biliyordu ki yolculuğuna çıkabilirdi ve yine de biri Vaad Edilenden ve Yeni Günden bahsedecekti.

FIRTINA

Hz. Báb’ın ve Hz. Bahaullah’ın yaşadığı günlerde teknelerin motorları yoktu. Yelkenleri itmesi için rüzgara bağımlı olmaları gerekiyordu ve çok hızlı yolculuk edemiyorlardı.

Birgün Hz. Báb, uzun yıllar önce Hz. Muhammed’in yaşadığı Mekke şehrine gitmeye karar verdi. Hz. Muhammed’i seven ve Onun Kutsal Kitábını inceleyen bir sürü insan her yıl dua etmek için Mekke’ye giderdi. Hz. Báb orada bir sürü insanla tanışacağını biliyordu ve onlara Tanrı’nın yeni müjdesini aktarabilirdi. O yüzden Kuddüs – Diri Harflerden biri – ve uşağı ile birlikte Mekke’ye doğru bir seyahate çıktı.

Bu şehre gidebilmek için bir tekneye binmeleri gerekiyordu. Sadece ufak tekneler olduğu için Mekke’ye varmak iki uzun ay sürdü. Ayrıca hava da iyi değildi. Çok felaket bir fırtına çıktı. O büyük dalgalar herhalde küçük gemideki insanlara dağ gibi görünmüştür. Onları o kadar çok savurdu ki hemen hemen hepsini deniz tuttu.

Fakat Hz. Báb ve Kuddüs hiçbir şekilde rahatsız görünmüyordu. Yolcuların geri kalanları fırtınadan korkmuşa benziyordu fakat bu ikisi, Tanrı’nın Onları koruyacağını biliyorlardı. Hiçbir şeyden korkmuyorlardı.

Kuddüs her gün Hz. Báb’ın Kendisine yazdırdığı harika duaları ve sözleri bir kağıda yazardı. Fırtına en kötü halindeyken ve teknenin diğer yolcuları batıp boğulacaklarından korkarken bile Hz. Báb ve Kuddüs sanki hiçbir sorun yokmuş gibi işlerine devam ediyordu.

Daha sonra başka şekilde sıkıntıları oldu. Yolculuk o kadar uzun sürdü ki en sonunda kendilerini, içmeye yeterli su bulamayacak durumda buldular. Okyanustaki su, içmek için iyi dğildir çünkü çok tuzludur. Onu içecek olsaydın çok daha fazla susardın. Hz. Báb birisine yazdı ki susuzluklarını gidermek için günlerce su yerine limonların sularıyla yetinmeleri gerekiyordu.

Bu küçük teknede olmuş olanlar herhalde çok sıkıntı çekmişlerdir. Fakat bunun sonucunda iyi bir şey oldu. Hz. Báb onların acı çektiklerini gördükçe okyanus üzerinde seyahat etmenin daha kolay olması için Tanrı’ya dua etti. O kadar çok tehlike olmaması için dua etti.

Tanrı. Hz. Báb’ın dualarını yanıtladı. Birkaç yıl içinde insanlar, fırtınanın kolaylıkla zarar veremeyeceği daha büyük ve daha iyi tekneler yapmayı öğrendi. Teknelerin daha hızlı gidebilmesi için yelken yerine motorun kullanılmasını öğrendiler. Ve düşün: Şimdi Hz. Báb’ın o zamanlar iki ayda yaptığı seyahati yapmak sadece iki gün sürüyor.

Bugün bu değişiklikleri Hz. Báb’ın dualarının yaptığını biliyoruz fakat o zamanlar insanlar bunu bilmiyordu. Bütün bu iyi şeyleri onlara Tanrı’nın yolladığını bir an bile durup düşünmediler.

Zorlu yolculuklarına rağmen Hz. Báb ve Kuddüs, gidecekleri yere en yakın olan şehrin kıyısına sağlam bir şekilde nihayet vardılar. Hz. Muhammed’in yaşamış olduğu Kutsal şehir Mekke’ye ulaşabilmek için oradan develerin üstünde sıcak ve kumlu çöllerin üstünden yolculuk etmeleri gerekiyordu.

Güneş çölde çok sıcak olabiliyor. Hiçbir gölgelik yer yoktur ve kum o kadar sıcak oluyor ki üstünde yolculuk etmek zorlaşıyor. Bu yüzden çöl yolcuları, sabahın erken saatinde güneş daha doğmadan yola çıkarlardı.

Bir sabah Hz. Báb bir kuyuda durup sabah duası için devesinden indi. Her zaman dua etmeyi hatırlardı çünkü biliyordu ki dua ederek Tanrı’ya yakın olabilir ve de Onun kendisinden ne yapmasını istediğini anlayabilirdi.

Hz. Báb dua ederken, çölde yaşayan ve bir yerden bir başka yere dolanan bir adam, yolcuların yanında belirdi. Onların dua ettiğini görerek yavaşça yanlarına sokuldu, Hz. Báb’ın yanında yerde duran heybesini kapıp kaçtı.

Hz. Báb ve Kuddüs teknedeyken Kuddüs Hz. Báb’ın birçok duasını ve sözlerini kağıda yazmıştı. Bu dualar tabi ki çok değerliydi çünkü Vaad Edilenden ve Yeni Günden söz diyordu. Onları okuyan herkese çok büyük lütuf sağlıyordu.

Tüm bu kağıtlar, çöl adamının çaldığı heybenin içindeydi. Uşağı hırsızın peşinden koşmak istiyordu fakat Hz. Báb eliyle geri gelmesi için işaret etti.

Hz. Báb’ın bu kadar değerli olan kağıtları o adamın alıp götürmesine izin vermesi bize çok tuhaf gelebilir. Fakat Hz. Báb’ın verdiği neden şuydu: Kağıtlarla kaçan adam kağıtları çölde gittiği değişik yerlere taşıyacaktı. Böylece birçok insan bunları okuyabilecek ve Vaad Edilenin gelişinden haberdar olabilecekti. Ve herhalde bu insanlar başka hiçbir şekilde bunlardan haberdar olamayacaktı çünkü uzaktaki büyük şehirlere hiç gitmiyorlardı.

“Bu yüzden onun davranışına üzülme,” dedi Hz. Báb uşağına “çünkü bu, Mukaddes, Kudretli Tanrı tarafından emredilmiştir.”

MOLLA SADIK’IN HİKAYESİ

Mekke’de bir süre kaldıktan sonra Hz. Báb ve Kuddüs memleketlerine döndüler. Dönüş yolunda Hz. Báb Kuddüs’e, değişik yerlerde tebliğ edebilmeleri için memleketlerine vardıklarında ayrılmak zorunda olduklarını anlattı. Her an beraber olamazlardı.

Hz. Báb, Kuddüs’ü insanların ona karşı çok zalim olacakları konusunda uyardı. Onun söyleyeceklerini dinlemeyeceklerdi ve en sonunda da onu öldüreceklerdi. Fakat Hz. Báb Kuddüs’e Tanrı’nın Emri uğruna öldüğü için çok mutlu olacağının sözünü verdi. Ayrıca Kuddüs’ün ölmeden önce çok büyük bir lütuf alacağına söz verdi. Tanrı’nın yolladığı ikinci İlahi Öğreticiyle tanışacaktı.

Bu sözün Kuddüs’ü ne kadar mutlu ettiğini tahmin edebiliyoruz. İnsanların ona yapabileceklerinden korkmuyordu. Diri Harfler ve Hz. Báb’ı seven diğer kişiler çok cesurdular çünkü Hz. Báb ve gelecek olan Öğretici hakkındaki müthiş sırrı biliyorlardı.

Herşey tam Hz Báb’ın dediği gibi oldu. Birçok insan müjdeye inanmayıp çok zalim olduklarında Kuddüs’e inananlardan birisi Kur-an’ı Kerim hocası olan Molla Sadık’tı. Nereye giderse Molla Hüseyin Tanrı’nın yolladığı yeni Öğreticiden, veya peygamberden, bahsediyordu. En sonunda onu dinlemek istemeyenler onun durdurulması gerektiğini düşündüler. Onu tutukladılar ve bin defa kırbaşlanması veya dövülmesi emrini verdiler.

Molla Hüseyin yaşlı bir adamdı ve hiç kimse bu darbelere dayanabileceğini sanmıyordu. Fakat izleyenler çok büyük bir sürprizle karşılaştı. Çünkü ne zannediyorsun? Her kamçılandığında ve yaralarından kan aktığında Molla Hüseyin sakindi ve gülümsüyordu ve sanki bunu hissetmiyormuş gibi görünüyordu. İnsanlar buna anlam veremiyorlardı.

Molla Hüseyin’in darbeleri hissetmediği doğruydu. Daha sonra bir arkadaşına ilk yedi vuruşun çok acıdığını söyledi. Fakat ondan sonra aslında bu kırbaçların kendi vücuduna mı uygulandığını merak ediyordu çünkü onları hissetmiyordu. Hatta yüksek sesle gülmemek için bile eliyle ağzını tutuyordu, o kadar mutluydu.

“Şimdi anlıyorum,” dedi “Kudretli Vericinin bir göz açıp kapayana kadar acıyı zevke, üzüntüyü neşeye nasıl çevirebildiğini.”

Tanrı’ya dönersek ve Ona Molla Hüseyin gibi güvenirsek, Tanrı hala acılarımız alıp bizi mutlu edebiliyor. Ve Molla Hüseyin Hz. Báb’a hizmet etmekten o kadar mutlu olan tek kişi değildi ve insanların ona karşı zalim olmalarını önemsemiyordu. Hatta herkes, Hz. Báb’ın müjdesini taşıyanların kendilerini yapılan tüm o felaket şeylerden nasıl korkmadıklarına şaşıyordu.

Fakat biz sıırı biliyoruz. Tanrı’nın kendilerini her an koruduğundan ve Tanrı’nın kendileri için istemediği hiçbir şeyin olamayacağından emindiler. Hz. Báb’ı o kadar çok sevdikleri için çok mutluydular çünkü insanları sevmek bizi her zaman mutlu eder.

HZ. Báb TUTUKLANIYOR

Molla Sadık’a o kadar zalimce davranıldıktan sonra kendisi ve Kuddüs şehri terketmek zorunda kaldılar. Vali kendilerinin daha fazla kalmalarına izin veremezdi çünkü insanların onların mesajlarına inanıp onlara yöneleceklerinden korkuyordu. Fakat Molla Sadık ve Kuddus gitmeye aldırış etmediler çünkü böylece müjdeyi yeni bir yerde iletebileceklerdi.

Onlar şehri terk ettikten sonra Vali Hz. Báb’ı tutuklamak zorunda olduğuna karar verdi ki Onun insanlarla konuşmasını engelleyebilsin. Hz. Báb’ı bulup Onu zincirlerle geri getirmeleri için bir takım askeri at sırtında yolladı. Atların üstünde çok ıssız bir yerden geçerken yeşil geniş bir kuşağı olan Genç bir Adam gördüler. At üstündeydi ve uşağı arkasında yürüyordu.

Askerler yaklaştıkça Genç Adam kendilerini selamladı ve nereye gittiklerini sordu. Askerlerin önderleri neden orada olduklarını o yabancıya söylememenin daha iyi olduğunu düşündü; bu yüzden vali için bir iş yaptıklarını söyledi.

Genç Adam bu söylenenlere gülümsedi ve şöyle dedi: “Vali sizi Beni tutuklamanız için yolladı. İşte buradayım, Benimle ne yapmak istiyorsanız yapın. Sizinle buluşmaya gelerek yolunuzun uzunluğunu kısalttım ve Beni bulmanızı kolaylaştırdım.”

Önder bu cevaba şaşırdı. Hz. Báb’ın onları gördüğü zaman kaçmak yerine onlarla neden buluşmaya geldiğini anlayamıyordu. Önder Onu tutuklamak istemiyordu; bu yüzden Hz. Báb’ı duymazdan gelip oradan ayrılmaya başladı.

Fakat Hz. Báb ona yaklaştı ve hiçbir zaman gerçek olmayan bir şey söylemediğini açıkladı. Başka insanlara yardım etmekten başka dileği yoktu. “Beni aradığınızı biliyorum,” dedi. “Benim yüzümden sizin ve yoldaşlarınızın gereksiz üzüntülere maruz kalmanızdansa Kendimi sizin ellerinize teslim etmeyi tercih ederim.”

Önder bu sözlerden o kadar etkilendi ki atından inip Hz. Báb’ın üzengini öptü. Hz. Báb’ın oradan kaçması ve valinin Kendisini tutuklamaması için yalvardı. Hz. Báb’a, tüm adamlara Kendisinin nereye gittiği konusunda hiç bir şey söylemeyeceklerine güvenebileceğini söyledi.

Fakat Hz. Báb kaçmayı redetti. Öndere Tanrı’nın onu nezaketi için ödüllendireceğine fakat kaçamayacağına söz verdi. Tanrı’nın Kendisini koruyacağını ve işi tamamlanana kadar kimsenin Kendisine zarar veremeyeceğini söyledi. Ve de işi tamamlandığında sevdiği Tanrı için seve seve öleceğini anlattı.

“İşte buradayım” dedi Hz. Báb. “Beni efendinizin ellerine teslim edin. Korkmayın çünkü sizi kimse suçlamayacaktır.”

O yüzden hep beraber şehre gittiler fakat Hz. Báb’ı zincirlemediler. Tüm yol boyunca Hz. Báb, askerlerin önünden olmak istediği kadar serbest bir şekilde gidiyordu.

Şehre vardıklarında vali Hz. Báb’a çok soru sordu ve Onunla öyle bir şekilde konuştu ki duyan diğer insanlar çok sinirlendi. Vali Hz. Báb’a hiçbir şey yapmak istemiyordu çünkü bu, tüm insanların kendisine karşı gelmesine yol açacaktı o yüzden en sonunda Hz. Báb’ı serbest bıraktı. Fakat Onu serbest bırakmadan önce o şehirde yaşayan amcasının yüklü bir miktar para ödemesini sağladı. Ayrıca vali Hz. Báb’ı tekrar isterse amcasının Onu getireceğine söz verdiğine dair bir belgeyi imzalattı.

Hz. Báb’ın annesi ve eşi Hediye Begüm amcasıyla beraberdi. Hepsinin tekrar bir arada olmaktan ne kadar mutlu olduğunu bir düşün. Hz. Báb onlarla bir süre sadece en yakın dostlarının haricinde kimseyi görmeden sakin bir hayat yaşadı.

BEYAZ KUŞ

Bu, çok güzel beyaz bir kuşun birisine Hz. Báb’ı bulmakta nasıl yardımcı olduğunun hikayesi. Onu bulan adamın adı Abdül Kerim’di.

Uzun yıllar boyunca Abdül Kerim Tanrı ve dünyaya yolladığı mukaddes öğreticiler hakkında daha fazla şey öğrenmek istemişti. Bunu yapabilmek için yıllarca okuması ve dua etmesi gerektiğini biliyordu.

Bütün gün okurdu ve öğrendiklerini dostları ile konuşurdu. Bazen gecenin ilerleyen saatlerine kadar çalışırdı. İki yılın sonunda Kur-an’ı Kerim hocaları kendisine onun da öğretmeye hazır olduğunu söylediler. Tabi ki Abdül Kerim bunu duyduğuna çok sevindi ve Bábası onun için bir ziyafet vermek istedi. Fakat Abdül Kerim kendisinden birkaç gün beklemesini istedi.

Abdül Kerim’in, Bábasından beklemesini istemesinin sebebi şu: Kur-an’ı Kerim’i iki yıl incelemiş olmasına rağmen onu başkalarına öğretecek kadar kendini bilgili ve Tanrı’ya yakın hissetmiyordu. Biliyordu ki bir Kur-an’ı Kerim hocası hiçbir hata yapmamalıydı.

Bu yüzden odasına gitti ve tüm gece Tanrı’ya ne yapması gerektiğini söylemesi için dua etti. Dua ederken bir hayal gördü. Sanki bir sürü insanla konuşan bir adam gördü. Yüzleri sanki çok mutluymuşlar gibi ışıldıyordu. Adam onlara Kur-an’ı Kerim’deki bir ayetten söz ediyordu. Abdül Kerim hayalindeki adama doğru yöneldi fakat tam o sırada gözünün önünden kayboldu.

Ertesi gün Abdül Kerim tanıdığı bilgili bir insana hayalini anlatıyordu. Bilgili adam hemen Abdül Kerim’in hayalindeki asil adamın Kerbela’da yaşayan Seyid Kazım olduğunu anladı çünkü onu duyan herkes onu seviyordu. Bu haber Abdül Kerim’i çok mutlu etti. Aynı gün Kerbela’ya gitti ve orada Seyid Kazım’ı gördü. Gerçekten Abdül Kerim’in rüyasında gördüğü adamdı ve Kur-an’ı Kerim’deki aynı ayetten bahsediyordu. Dinleyenelere Vaad Edilen’den bahsediyordu.

Seyid Kazım “Vaad Edilen,” dedi, “bu insanların arasında yaşıyor. Onun Zuhur etmesinin vakti hızla yaklaşıyor. Onun için yolu hazırlayın ve Onun güzelliğini tanıyabilmeniz için kendinizi arındırın.” Onlara Onu bulana kadar bir an bile durmamalarını söyledi.

Abdül Kerim bir süre Kerbela’da kaldı ve sonra evine döndü. Hergün çok meşguldü fakat geceleri dua edip Vaad Edilen’i düşünüyordu, Tanrı’dan Onu bulmasına yardımcı olmasını dileyerek.

Bir gece Abdül Kerim başka bir hayal gördü. Durmadan başının etrafında dolaşan kar gibi beyaz bir kuş gördü. Yanında bulunan bir ağaca kondu ve çok tatlı bir sesle “Ey Abdül Kerim, sen Tanrı’nın Zuhurunu mu arıyorsun? Bak, yıl ’60.”

Daha sonra Abdül Kerim’i mutlu ederek uçup gitti.

Abdül Kerim hergün beyaz kuş ve tuhaf mesajı ile ilgili hayalini düşündü. Birkaç yıl sonra Hz. Báb’ı duyunca Onu görmek için hızla Şiraz’a gitti.

Abdül Kerim Hz. Báb’ın Huzuruna varınca, Hz. Báb’ın o beyaz kuşun kendisine söylediği sözleri o kuşunkine aynen benzeyen bir sesle söylediğini duydu. Böylece Abdül Kerim Vaad Edilen’i bulduğunu anladı ve konuşamayacak kadar mutlu bir şekilde Hz. Báb’ın ayaklarına kapandı. Ve aynı kuşun dediği gibi yıl altmıştı.

VEBA

Bu, Tanrı’nın bir gece zalim valinin Hz. Báb’ı tutuklayıp onu öldürmek için birisini yolladığı zaman Onun hayatını nasıl kurtardığının hikayesi.

Bu vali Hz. Báb’tan hoşlanmıyordu çünkü bir sürü insan Kendisini dinleyip müjdesini duymak için Onun başına toplanıyordu. Vali Kendisini nereye giderse izlettiriyordu. Nihayet bir gece vali şehrin baş muhafızını kendine çağırdı ve ona hemen Hz. Báb’ın kaldığı eve gitmesini söyledi. Muhafız hiç kimseye gözükmeden duvarı tırmanıp evin çatısına ulaşmalı ve oradan ansızın içeriye girip Hz. Báb’ı ve yanındakileri tutuklamalıydı. Ayrıca orada bulacağı tüm kitap ve kağıtları da alıp götürmeliydi.

Vali o gece Hz. Báb’ı ve yoldaşlarını idam ettireceğine ant içti.

Baş muhafız valinin emrettiği herşeyi aynen yaptı. Hz. Báb’ı ve dostlarını tutukladı ve valinin evine doğru dönmeye başladı. Fakat yolda çok tuhaf bir şey oldu.

Pazar yerine ulaştıklarında oraya buraya sanki birşeyden kaçarmış gibi koşuşturan insanlar gördüler. Herkes, durup konuşamayacak kadar çok korkmuş gözüküyordu. Daha sonra da her biri haykıran ve feryat eden kadınlar ve adamlarca takip edilen uzun bir tabut dizisinin hızla şehirden geçirildiğini gördüler.

Baş muhafız bu insanlardan birini ne olduğunu sormak için durdurdu. O gece vebanın ortaya çıktığını söylediler. Daha o ana kadar yüzlerce insan ölmüştü. Veba çok felaket bir hastalıktır. O kadar bulaşıcıdır ki bu hastalığı taşıyan birisine yakın olan herkese bulaşabilir ve birçoğu da bundan ölebilir.

Çok korkuş bir vaziyette baş muhafız valinin evine koştu. Fakat kapıcı, valinin ailesini şehirden çıkararak gittiğini söyledi. Uşaklardan biri vebadan dolayı ölmüştü ve kendi ailesinin bazı üyeleri de hastaydı.

Muhafız ne yapacağını şaşırdı. Hz. Báb’ı kendi evine götürüp vali geri gelene kadar Onu orada tutuklu tutmaya karar verdi. Fakat evine dönerken bir çığlık sesi duydu ve oğlunun hasta olup ölmek üzere olduğunu öğrendi. Ümitsizce kendini Hz. Báb’ın ayaklarına attı ve oğlunun hayatını kurtarması için yalvardı.

“Onu Bábasının işlediği hatadan dolayı cezalandırma,” diye yalvardı. Hz. Báb’a yaptıklarından dolayı çok üzgün olduğunu ve başka bir iş bulup açlıktan ölse dahi asla o zalim valinin isteklerini yerine getirmeyeceğini söyledi.

Hz. Báb tam o sırada namaza başlamadan önce yaptığı gibi yüzünü ve ellerini yıkamak üzereydi. Adama suyun bir kısmını alıp oğlunun içmesini istemesini söyledi. Bunun çocuğun hayatını kurtaracağını söyledi.

Muhafız Hz. Báb’ın kendisine söylediğini yaptı ve oğlu bir anda iyileşti. Daha sonra Bába, valiye bir mektup yolladı. Ona olanları anlattı ve şehirdeki herkes vebadan ölmeden önce Hz. Báb’n gitmesine izin vermesi için yalvardı.

Vali korkmuştu ve Hz. Báb’ın hemen serbest bırakılması için geri yazdı. Gitmek istediği her yere gidebilirdi.

Zalim valiye gelince, Şah tarafından görevinden alındı ve ayrıca fakir ve dostsuz bir şekilde öldü. Görüyorsun ki Hz. Báb’ın işi henüz bitmemişti ve vali bile Kendisine zarar veremiyordu.

TAHRAN YOLUNDA

O zamana kadar birçok insan Hz. Báb’ın müjdsini duymuş ve Onun konuşmasını dinlemek için akın akın Onu takip etmişlerdi. Onunla beraber olan herkes Kendisini çok seviyordu ve Onun için yapabilecekleri herşeyi yaparlardı. Şehirdeki başka hiçbir önder için böyle hissetmiyorlardı. Bu önderlerin çoğu çok gururluydu ve kendileri gibi düşünmeyenlere karşı çok zalimdiler. Bu adamlar Hz. Báb’ı kıskanıyordu ve Ondan kurtulmaya karalıydılar.

Manuşır Kağan, ülkenin Hz. Báb’ın o zamanlar tebliğ yaptığı bölümün valisiydi. Hz. Báb’a karşı dostane idi ve Kendisinin müjdesine inanıyordu. Bu yüzden Hz. Báb’a karşı olan zalim planları duyunca Manuşır Kağan Onu kurtarmaya karar verdi. Hz. Báb’ı Tahran’daki Şah’a götürüyormuş gibi yapıp Onu böylece şehirden çıkarmış olacaktı.

Bir sabah şafak vaktine doğru Hz. Báb, valinin beş yüz kendi korumaları ile şehrin sınırını terk edip Tahran’a doğru yol aldı. Fakat Tahran’a gitmediler. Vali her birkaç milde korumalardan bir kısmının şehre dönmesi emrini vermişti. En sonunda Hz. Báb ile sadece üç tanesi kalmıştı.

Bu üçü valinin en çok güvendikleriydi. Sadece birkaç yolcuyu görecekleri bir yoldan Hz. Báb’ı şafak vaktinde vardıkları şehre tekrar geri getirdiler. Onu valinin kendi evine götürdüler. Burada bir süre sakin bir şekilde yaşadı. Onun nerede olduğunu sadece çok az yakın dostu biliyordu.

Bundan çok kısa bir süre sonra Manuşir Kağan vefat etti. Hz. Báb’ın dostu olmayan yeğeni yeni vali oldu. Yeğeni Hz. Báb’ın hala şehirde olduğunu öğrendiği an, Hz. Báb’ın kendisine hemen yollanması emrini veren Şah’a bir mektup yazdı.

Yolculuk at üstünde yapıldı ve çok uzun sürdü. Hz. Báb ile yollanan askerlerin komutanı Büyük Muhammed idi. O ve diğer korumalar çok kısa sürede mahkumlarını o kadar çok sevmeyi öğrendiler ki Hz. Báb dileseydi Onun gitmesine sevinçle izin verirlerdi. Fakat Hz. Báb onların başlarının Kendisi yüzünden belaya girmesine izin veremezdi. Hiç kimse Ondan daha nazik olamazdı.

Hz. Báb kırlarda olmayı çok severdi. Bir gece etrafları meyve bahçeleri ve çayırlarla dolu olan çok güzel bir tepede kamp kurduklarında çok mutlu oldu. Rahat edebilmesi için bir çadır kuruldu. Buradayken Hz. Báb, Hz. Bahaullah’tan bir hediye ve mektup aldı ve o kadar mutlu oldu ki Onun ışıldayan yüzüne bakan herkes nedenini merak ediyordu. Hatırlıyorsun Hz. Bahaullah Tanrı’nın yollayacağı ikinci İlahi Öğreticiydi. Fakat Kendini henüz insanlara göstermemişti.

Bir gece tepede kamptayken birden Hz. Báb’ın çadırının boş olduğu fark edildi. Onun nerede olduğunu kimse bilmiyordu. İlk başta bazı korumalar Kendisinin kaçtığını zannederek korktular.

Fakat Büyük Muhammed kendileriye sakince konuştu:“ O, şüphesiz bu ayışığındaki gecenin sessizliğinde Tanrı ile rahat bir birliktelik bulabileceği bir yere çekilmiştir. O muhakkak çadırına geri dönecektir. Bizi asla terketmez.”

Gerçekten de birkaç dakika sonra Kendisinin Tahran’ın yönünden yalnız başına geldiğini gördüler.

“Benim kaçtığımı mı sanmıştınız?” diye sordu.

Hz. Báb o kadar aydınlanmış ve mutlu görünüyordu ki Büyük Muhammed Onun ayaklarına kapandı. “Böyle düşüncelere sahip olmak bana çok uzaktır,” diye haykırdı.

İki hafta boyunca o mükemmel noktada kaldılar. Ondan sonra Şah’tan bir haber geldi. Habere göre Şah Tahran’dan ayrılıyordu ve Hz. Báb’ı o zaman göremeyecekti. Hz. Báb Mahku kalesine götürülecekti ve Şah Kendisini tekrar çağırana kadar orada kalacaktı.

Hz. Báb biliyordu ki Şah’tan bunu yapmasını isteyen düşmanlarıydı. Hz. Báb bu ıssız noktaya götürülecek olursa dostlarının Kendisine ulaşamayacağına inanıyordu. İnsanların gelecek yeni bir Öğretici hakkında duyduklarını unutmalarını umuyordu.

Onlar Tanrı’nın “ne isterse onu yaptığını” anlamıyorlardı. Hiç kimse Onun müjdesinin insanlara ulaşmasına engel olamazdı.

Hz. Báb askerlerle vedalaşırken Büyük Muhammed gözleri yaşlarla Hz. Báb’a Onun için yapması gerekenleri yeteri kadar yapmadığı için onu affetmesi için yalvardı. Fakat Hz. Báb kendisine onu her zaman nezaketi ile hatırlayacağını ve onu duyan herkesin kendisini kutsayacağını söyledi.

Diğer askerler de Hz. Báb’ın ayaklarını öptüler ve gözlerinde yaşlarla kendilerini kutsamasını istediler. Her birine nezaketleri için içten teşekkür etti.

MAHKU KALESİ

Geçtiğimiz hikayede Hz. Báb’ın Mahku Kalesine kapattırılması için Şah’ın nasıl emir verdiğini duyduk. Şah ve yanındakiler, bunu yapmanın insanlara Hz. Báb’ı ve müjdesini unutturacağını sanıyorlardı.

Mahku Kalesi şehrin çok ıssız bir bölgesinde bir dağın tepesindeydi. Dağın eteğinde küçük bir kent vardı. Orada yaşayan insanlar kaba ve kaygacıydı. Kaleden sadece bir yol vardı ve bu yol şehrin ortasından, kapalı ve korumalı olan bir kapıya gidiyordu.

Kaleden Ali Kağan sorumluydu. Ali Kağan, Hz. Báb’a ve yanında kalmasına izin verilen iki kişiye karşı acımasız ve kaba olan bir askerdi. Bu iki dosttan başka hiç kimseye izin verilmemişti, hatta kentte bulunmalarına bile.

Fakat Hz. Báb o kadar nazik ve yumuşaktı ki bu kaba insanların da diğerleri gibi Kendisini sevmeye başlamaları uzun sürmedi. Sabahları erken saatte birçok insan Onun penceresine bakabilecekleri dağın eteğine gelirdi. Onu bir an da olsa görebilirler diye umuyorlardı. Böylece o günkü işlerini kutsamış olurdu. Fakat Ali Kağan kaba olmaya devam etti ve Hz. Báb’ın hiçbir dostunun Kendisine gelmesine izin vermiyordu.

Daha sonra bir gün Hz. Báb’ın ne kadar mükemmel olduğunu gösteren tuhaf bir şey oldu.

Hz. Báb ve Onunla birlikte kalede olan iki kişi kapının çalındığını duydular. Açtıklarında Ali Kağan’ın girmek için beklediğini gördüler. Fakat bu çok farklı bir Ali Kağan’dı. Önceleri çok kibirli ve zalim bir görüntüsü vardı. Şimdi ise çok daha nazik görünüyordu ve yüzünde bir şaşkınlık ifadesi vardı. Hatta Hz. Báb’ın oturduğu odaya girerken titriyordu. Bir süre sonra iki dostun şaşkınlığına yol açarak kendini Hz. Báb’ın ayaklarına attı. Gözlerine inanamıyorlardı.

Ali Kağan Hz. Báb’a bakarak “Beni şaşkınlığımdan kurtar,” diye yalvardı. Daha sonra da kendisine olmuş olan ve anlayamadığı tuhaf şeyden bahsetti.

O sabah şafak vaktinde Ali Kağan şehrin kıyısındaki kırların arasından atının üstünde gidiyordu. O kadar erkendi ki nehrin kıyısında durup dua eden bir adamın dışında kimse yoktu. Ali Kağan yaklaştı ve şaşkınlıkla o adamın Hz. Báb olduğunu gördü. Ali Kağan Onu, kaleyi terk etmiş olmasından dolayı azarlamaya doğru yöneldi fakat duasına o kadar dalmıştı ki onu duymuyordu. Sonra Ali Kağan Hz. Báb’ı orada bir süreliğine bırakmaya karar verdi. Hızla kaleye gidip muhafızları Hz. Báb’ın gitmesine izin verdiği için cezalandıracaktı.

Ali Kağan kente vardığında kapıları kapalı bulunca çok şaşırdı. Ayrıca kalenin kapısı da aynı bıraktığı gibi kapalı ve kilitliydi. Ve kapı açıldığında Hz. Báb karşısında oturuyordu. Ali Kağan’ın ne kadar şaşırmış olduğunu bir tahmin et çünkü Hz. Báb’ı daha yeni nehrin yanında bırakmıştı.

“Aklım tamamen karışmış durumda,” dedi Hz. Báb’a. “Aklımı kaybedip kaybetmediğimi bilmiyorum.” Ali Kağan aklını kaybettiğinden korkuyordu.

Hz. Báb “Tanık olduğun şey gerçek ve inkar edilemez,” diye yanıtladı. Tanrı’nın Ali Kağan’a Hz. Báb’ın mesajının gerçek olduğunu göstermek istediğini açıklayarak devam etti. Tanrı kendisinin bunun ne kadar harika olduğunu görmesini ve yollamış olduğu İlahi Öğreticiyi sevmesini istiyordu.

O günden sonra Ali Kağan o kadar değişmişti ki kentin insanları onu neredeyse tanıyamıyordu. Zalim ve kibirli olmak yerine nazik ve yumuşaktı. Kalenin kapısı geceleri hala kapalıydı fakat gün boyunca açık bırakılıyordu. Hz. Báb’ı görmek isteyen herkes içeriye girebiliyordu. Ali Kağan Ona hergün meyve ve yemek isteyebileceği başka şeyler getiriyordu.

Hz. Báb kalede mahkum iken Farsça Beyan adlı çok kutsal bir kitap yazdı. İçinde insanların uymak zorunda olduğu Tanrı kanunlarını emretti. Ayrıca içinde Tanrı’nın yollayacağı bir sonraki İlahi Öğreticiden bahsetti. Herkesi Onu bulmaya sevk ediyordu.

Hz. Báb hakkındaki bu gerçek hikayeyi okuduğumuz zaman ilk başta öyle görünmemesine rağmen Tanrı’nın herşeyden nasıl iyiyi ortaya çıkardığını anlamamıza yardımcı oluyor. Şah, Hz. Báb’ı Mahku’ya yolladığı zaman Onu kimsenin Onu görüp Onunla konuşamayacağı bir yere yolladığını zannediyordu. Fakat kalenin etrafındaki dağlarda yaşayan tüm insanlar Hz. Báb’ın müjdesini duydular ve Onun dostu oldular. Ve Onun gününün kanunu olan çok muhteşem bir kitap yazdı.

ALİ KAĞAN’IN RÜYASI

Hz. Báb Mahku Kalesinde hala mahkum olduğu zamanlarda bir gün Molla Hüseyin ziyarete geldi. Molla Hüseyin, Hz. Báb’ı tekrar göreceği için kimbilir ne kadar mutluydu. Bu ziyaretin onun için ne ifade ettiğini biliyoruz çünkü tüm yolu yürüdü ve çok uzun ve çok zor bir yolculuktu. Dostları ona yolculuğu daha kolay kılmak için çok şey vermek istiyorlardı fakat o bunlardan hiçbirini kabul etmedi. Bu, onun Mahku Kalesine nasıl geldiğinin hikayesi.

Molla Hüseyin’in vardığı geceden önceki gece Yılbaşı gecesiydi. O gece kaleden sorumlu olan Ali Kağan bir rüya gördü. Rüyasında Hz. Muhammed’in Hz. Báb’ı Yılbaşı Günü ziyaret edeceğini duydu. Ali Kağan çok heyecanlı bir vaziyette Onu karşılamak için dışarı koştu. Ali Kağan nehre doğru yürüdü ve köprüye vardığında iki adamın, biri diğerinin önünden yürüyerek, kendisine doğru geldiğini gördü. İlkinin Hz. Muhammed olduğunu düşündü. Öne doğru koşarken tam kendini onun ayaklarına atıyordu ki rüyasından uyandı.

Ali Kağan kendini hayatında hiç hissetmediği kadar mutlu hissediyordu. Sanki cennetteymiş gibiydi ki bunun bir rüyadan daha fazla olduğunu hissediyordu.

Ali Kağan sabah namazını kıldı ve en görkemli kıyafetini giydi. Daha sonra rüyasında Hz. Muhammed’i gördüğünü sandığı noktaya doğru yol aldı. Uşaklarına en iyi ve en süratli atlarından üçünü eyerlemeleini ve bir an önce köprüye götürmelerini emretti.

Sabahın çok erken saatiydi. Ali Kağan nehre doğru tek başına yürürken güneş daha yeni doğmuştu. Ve köprünün orada tam rüyasında gördüğü gibi iki adamın, biri diğerinin önünden, geldiğini gördü.

Ali Kağan, Hz. Muhammed zannettiği kişinin ayaklarına kapandı ve Kendisiyle yoldaşlarına yolun geri kalanını atlara binerek gitmelerini yalvardı.

“Hayır,” dedi, “yolculuğumun tümünü yürüyerek tamamlayacağıma yemin ettim. Bu dağın tepesine yürüyeceğim ve orada Mahkumunuzu ziyaret edeceğim.”

Ziyaretçi Ali Kağan’ın rüyasında gördüğü gibi Hz. Muhmmed değil; fakat Molla Hüseyin’di. Ali Kağan kalenin kapısına ulaşana kadar onu takip etti. Orada Hz. Báb bekleyerek duruyordu. Onu görünce Molla Hüseyin durup eğildi fakat Hz. Báb onu kollarına aldı. Daha sonra onu elinden tutarak Molla Hüseyin’i beraberce Nevruz’u, veya Yeni Yılı, kutlayacakları kalenin içine geçirdi.

O zamana kadar Hz. Báb’ın hiçbir dostuna – Onunla yaşayan iki dostu hariç – geceyi kalede geçirme izni verilmemişti. Fakat o gün Ali Kağan Hz. Báb’a giderek şöyle dedi: “Molla Hüseyin’i bu gece Huzurunuzda tutmak Sizin dileğiniz ise bu isteğinize uymaya hazırım çünkü benim kendi dileğim yoktur.” Onu yanınızda ne kadar uzun süre tutmak istiyorsanız, Emrinizi uygulamaya söz veriyorum.”

Bu, Ali Kağan’ın ne kadar değiştiğini gösteriyor.

Molla Hüseyin kaledeyken Hz. Báb kendisine şöyle dedi: “Senin buradan gidişinden birkaç gün sonra Bizi başka bir dağa aktaracaklar. Sen gideceğin yere ulaşmadan önce Bizim Mahku’dan ayrılma haberimiz sana ulaşmış olacak.”

Herşey tam Hz. Báb’ın söylediği gibi oldu. Ali Kağan Kendisine karşı o kadar dostane olduğu ve Onu o kadar dostu bulmuş olduğu için başka bir kaleye yollandı. Molla Hüseyin ara verdiği yerlerden birinde bu değişikliği duydu.

Molla Hüseyin’e gelince, o aynı Mahku Kalesine yürüdüğü gibi evine doğru tüm yolu yürüyerek gitti.

TAHİRE

Hz. Báb’ın müjdesini duyup başkalarına Ondan bahsetmek için yollara düşen bir çok adamı duyduk. Şimdi ise aynı şekilde Onun müjdesini iletmek için gezen olağanüstü bir kadın hakkında bir hikaye duyacağız. Adı Tahire idi ve çok güzel, zeki ve cesurdu. Fevkelade şiirler yazıyordu. Belki bir gün bunlardan bazılarını sen de okuyacaksındır.

O zamanlar İran’da kadınlar, erkekler gibi rahatça ortalıklarda gezmezlerdi. Sokağa çıkmaları gerektiğinde görülememeleri için yüzlerine peçe takarlardı. Tahire de uzun yıllar boyunca böyle bir peçe taktı. Fakat bir süre sonra kadınların bunu yapmalarının gerekli olmadığını düşündü ve peçesiz bir şekilde evinden çıkan ilk kişiydi. Daha sonra peçesiz ilk nasıl ortaya çıktığını duyacaksın.

Tahire Diri Harflerden, Hz. Báb’ın ilk onsekiz müridi veya takipçilerinden, biriydi. Tahire haricinde hepsi erkekti ve Hz. Báb’a inanmak için Onu görmesine gerek bile yoktu! Bir başkasından bu müjdeyi duyar duymaz, bunun doğru olduğunu biliyordu. Hemen Hz. Báb’a bir mektup yolladı. Bu mektupta Kendisine müjdeyi aldığına ne kadar sevindiğini ve bunun doğru olduğunu bildiğini yazdı. Hz. Báb bu mektuba cevap yazdı ve onu Diri Harflerden biri olarak adlandırdı.

O andan itibaren Tahire günlerini, dinlemek isteyen herkese Hz. Báb’tan söz ederek geçirdi. Fakt çok geçmeden Hz. Báb’ı sevmeyen insanlar Tahire’ye zarar vermeye başladılar. Ondan başkasına bahsetmesini durdurmak istiyorlardı. Ve en sonunda Bábasının evinde mahkum edildi ve hiç kimseyi görmesine izin verilmiyordu.

Tahire biliyordu ki kendisini de Hz. Báb’ın başka müritlerini öldürmek istedikleri gibi öldürmek istiyorlardı. Fakat onlardan korkmuyordu çünkü Tanrı’nın kendisini koruyacağını biliyordu.

Kendisini tutuklu tutanlara, verdiği haberin gerçekten Tanrı’dan olduğunu kanıtlayacağını söyledi. Müjdesi gerçek ise Tanrı’nın onu dokuz gün içinde kilitli ve göz altında tutulduğu evden kurtaracağını söyledi.

O sırada Hz. Bahaullah, Tahire’nin serbest bırakılmasına izin verilmesi gerektiğine karar verdi. Hz. Bahaullah insanlara Tahire’nin insanlara anlattığı müjdenin gerçekten Tanrı’dan olduğunu göstermeye kararlıydı. Bu yüzden dostlarından birini çağırdı ve Tahire’yi Hz. Bahaullah’ın Tahran şehrindeki evine götürmesini söyledi.

İşte böyle yapıldı. Tahire’yi Tahran’a götürmesi gereken adamın karısı kimse kendisini tanıyamasın diye dilenci kılığına girdi. Daha sonra Tahire’nin tutuklu olduğu eve gidip ona Hz. Bahaullah’tan bir mektup verdi. Bu mektup Tahire’ye tam olarak ne yapması gerektiğini anlatıyordu. Kadın, Tahire kendisine katılana kadar kapıda bekledi. Sonra hemen kocasına gittiler. Tabi ki Tahire de, kimse onu tanıyıp durdurmasın diye kılık değiştirmişti.

O günlerde şehrin etrafında düşmanlar içeriye giremesin diye yüksek surlar vardı. Adam üç tane at getirmişti ve onları şehrin surlarının hemen dışında sağlam bir yere bırakmıştı. O ve iki kadın görünmeden atlara ulaşmayı başarabildi. Daha sonra da Tahran’a şafak vaktinde ulaşana kadar ıssız bir yolu takip ettiler. Ve böylece Tahire Hz. Bahaullah’ın evine emniyetli bir şekilde ulaştı.

Bu arada Tahire’nin kaçtığı anlaşılınca herkes merak içindeydi. Dostları bile nereye gittiğini ve nasıl kaçtığını tasavvur edemeyiyordu. Tüm gece boyunca etraftaki evleri aradılar fakat onu bulamadılar.

Daha sonra kendisinin ne söylemiş olduğunu hatırladılar – ki Hz. Báb hakkındaki müjdesi doğruysa Tanrı onu dokuz gün içinde hapisten kurtaracaktı. Şimdi o gitmişti ve dokuz gün henüz dolmamıştı. Birçok insan olanlardan dolayı müjdeye inanıp Hz. Báb’ın takipçileri haline geldi.

Bu sırada Tahire Hz. Bahaullah’ın evinde çok mutluydu. Hz. Bahaullah henüz Tanrı’nın yolladığı ikinci İlahi Öğretici olduğunu açıklamamıştı. Fakat Tahire o kadar zekiydi ve Tanrı’ya o kadar yakın yaşıyordu ki Onun sırrını biliyordu. Onun evinde yaşamış olmanın onu ne kadar mutlu ettiğini bir düşün.

YENİ DÜZEN

Bütün bu zaman boyunca Hz. Báb ile Hz. Bahaullah ve takipçileri Kur-an’ı Kerim’de belirlenmiş olan kanunlara uymuşlardı. Bak, Tanrı’nın ilahi öğreticilerden biri bize gelince, kutsal bir kitapta bize emirler veya kanunlar bırakır.

Fakat uzun yıllar sonra bu kutsal kitaplardaki bazı kanunlar değiştirilmelidir çünkü insanlar daha bilgili hale gelmiştir ve artık onlara ihtiyaç duymuyorlardır. Tanrı da yeni kanunlar yapıp yeni emirler bırakmak için yeni bir öğretici yollar.

Şimdi, bizim duyduğumuz bütün bu yıllarda, bazı kanunların değiştirilmesi zamanıydı. Artık onlara ihtiyaç duyulmuyordu. Bu hikaye, bunlardan birinin nasıl değiştirildiğini anlatıyor.

Tahire Hz. Bahaullah’ın evinde yaşamıştı. Fakat bir süreden sonra Hz. Bahaullah onu başka bir şehre yollamaya karar verdi. Bunu yapmak kolay değildi çünkü şehrin kapıları korunuyordu. Kadınların bir mektupları veya izinleri olmadan şehri terketmelerine izin verilmiyordu.

Fakat korumalar Tahire’yi ve yanındakileri durdurmadı. Onların nereye gittiklerini bile sormadılar. Bu, Hz. Bahaullah’ın isteklerinin neler yapabildiğini gösteriyor.

Birkaç gün sonra Hz. Bahaullah da şehri terkedip aynı yöne doğru yol aldı. Ve çok geçmeden, mübarek Hz. Bahaullah’ı karşılamaya gelmiş olan Kuddüs ile buluştular.

O civardaki tüm insanlar Hz. Bahaullah’ın ve Kuddüs’ün varlığından dolayı çok heyecanlıydı. Bazıları o kadar mutluydu ki Onlar için herşeyi yapmaya hazırdılar. Başkaları ise nefretle doluydu ve Onlara zarar vermek istiyorlardı.

Tanrı’nın öğreticilerinden biri geldiğinde hep böyledir. İnsanlar onları ya çok çok içten severler ya da Onlardan korkup Onlara zarar vermeyi arzularlar. Yani görüyorsun ki bu insanların kalplerinde ne olduğuna bağlı. Kalpleri yumuşak ve iyiyse bu Öğreticileri severler. Zalim iseler Onları duymak bile istemezler.

Şimdi yazın başıydı. Hz. Bahaullah üç tane bahçe kiraladı – biri Tahire için, biri Kuddüs için ve diğeri de Kendisi için. Dostları bunu duyunca, birçoğu Kendilerine yakın olmak için geldi. Sonunda seksen bir kişi toplanmıştı. Hepsi Hz. Bahaullah’ın misafirleriydi.

Birgün ahbaplar beraber otururlarken Tahire’den bir haberci geldi. Habere göre Kuddüs’ün kendisine gelmesini istiyordu. Kuddüs, Hz. Bahaullah’tan ayrılmak istemediği için onun davetini red etti. Haberci tekrar aynı haber ile geldi.

“Sizin ziyaretiniz için ısrar ediyor,” dedi. “Siz reddetmekte ısrar ederseniz, o size kendisi gelecektir.”

Kuddüs tam o sırada tekrar hayır demek üzereydi ki Tahire kendisi içeri girdi. Ve herkesin şaşkınlığına, peçesini takmamıştı.

Onu görmekten ne kadar şaşırdıklarını ve onun bunu yapmak için ne kadar cesaretli olduğunu düşünmek bizim için çok zor. Çünkü o zamanki İran’ın kadınları kendi evlerinin dışında olduklarında her zaman peçe takarlardı. Herkes donakalmıştı. Bir kadının gölgesine bakmak hoş karşılanmazdı. Örtüsüz yüzüne dik dik bakmak felaketti. Adamlar korku, kızgınlık ve şaşkınlık doluydu. Bir adam o kadar rahatsız oldu ki boğazını kesti ve haykırarak oradan kaçtı.

Fakat Tahire, yaptığının doğru olduğundan o kadar emindi ki yüzü mutlulukla parlıyordu. Bir hikaye onun “Ben borazanın üflemesiyim, ben borunun seslenişiyim... Ben uykudaki ruhları uyandıracağım.” Diye haykırdığını anlatıyor. Bununla, kadınlar ile ilgili eski kanunların değiştirilme zamanının geldiğini söylemek istedi.

Tahire onlarla konuştukça sözleri Kur-an’ı Kerim’dekilere o kadar çok benziyordu ki hepsi şaşırmış ve ilgiliydi. Hz. Bahaullah kendisine “Saf (arınmış) olan” anlamına gelen Tahire ismini işte o anda verdi. O andan itibaren Doğunun kadınları birçok yönden daha serbest olmaya başladılar. Bu güzel, cesur kadına kim bilir ne kadar minettardırlar.

Ve o günden sonra Hz. Báb’ın takipçilerinin hayatları ve alışkanlıkları birçok konuda değişti. Eski düzenin ve işleri eski yollarla yapmanın bittiğini ve Yeni Düzenin, Yeni Günün geldiğini anladılar. Bir başka şehre gittiklerinde Tahire ve Kuddüs birlikte aynı araçta veya vagonda bile seyahat ettiler.

MUHAMMED ALİ’NİN HAYALİ

Hz. Báb’ın Mahku Kalesinde nasıl tutuklandığı ile ilgili hikayeyi hatırlıyor musun? Bir süreden sonra başka bir yere ve sonra da bir başkasına yollanmıştı. Fakat düşmanları insanları Ondan uzak tutamıyorlardı. Sadece Onu daha da fazla sevmeyi ve yolunu izlemeyi başarabildiler.

Muhammed Ali adında genç bir adam Hz. Báb’ın müjdesini duydu ve Hz. Báb o zamanlar hapiste olmasına rağmen Onun yanına gitmek istiyordu. Muhammed Ali, Onun için seve seve öleceğini söyledi.

Fakat üvey Bábası Muhammed Ali’nin şehri terk etmesine izin vermedi. Oğlunu eve kilitledi ve onu sıkı gözetim altına aldı çünkü Hz. Báb’ın müjdesine inanmıyordu ve oğlunun aklını kaybettiğinden korkuyordu.

Birgün çok sürpriz bir şey oldu. Bu ana kadar Muhammed Ali zamanının çoğunda ağlamıştı çünkü Hz. Báb’a gidemiyordu. Fakat şimdi birden bire çok mutlu olmuştu. Ağlamak yerine gülümsüyordu.

Bu değişikliğin sebebini öğrenmek ister misin? İşte sebebi: Bütün bir gün boyunca Muhammed Ali kendisine Hz. Báb’ın yüzünü görebilmesine izin verilmesi için dua etmişti. O kadar yoğun dua ediyordu ki en sonunda sanki bilincini kaybetmeye başlıyordu. Ve ondan sonra da bir hayal gördü.

Bu hayalde Hz. Báb’ın sesinin onu çağırdığını duydu. Ses kendisine kalkmasını söyledi ve öyle yaptığında sanki Hz. Báb’ın gülümseyen gözlerine bakıyor gibiydi. Mutluluk ve şükranla genç adam öne doğru koşturdu ve Hz. Báb’ın ayaklarına kapandı.

“Sevin,” dedi Hz. Báb, “bu şehirde kalabalığın önünde öldürüleceğim ve düşmanların ateşlerine kurban düşeceğim saat yaklaşıyor. Benimle şehitlik kadehini paylaşması için senden başkasını seçmeyeceğim. Sana bu verdiğim sözün yerine getirileceğinden emin ol.”

Hz. Báb’ın bu sözlerle ne demek istediğini biliyor musun? Şunu demek istedi: Bir süre sonra, Kendisi, Hz. Báb, birçok insan izlerken o şehirde ölüme götürülecekti. O anda Kendisi ile ölmesi için Muhammed Ali’yi seçecekti. Onun sözü buydu. Görüyorsun ki Hz. Báb ile ölmek çok müthiş bir lütuf ve şeref olurdu ve tüm dostları bunu yapabilecek olanlardan olmak isterdi. Fakat sadece bu genç adam seçilecekti Kendisinin söylediğine göre.

Muhammed Ali’yi bu kadar mutlu eden buydu. O günden sonra hiçbir şey onu üzemezdi. Kendini sanki bir mutluluk okyanusunda yaşıyormuş gibi hissettiğini söylüyordu. Hz. Báb’ın sesi kulaklarında sürekli çınlıyordu ve sanki Onu gece ve gündüz boyunca defalarca görüyormuş gibiydi. Muhammed Ali’nin Bábası ondaki değişikliği anlayamıyordu ancak en sonunda onun serbest kalmasına izin verdi.

O günden sonra Muhammed Ali, ailesi ve dostları ile birlikte sakin ve mutlu bir şekilde yaşadı ve herkes onu o kadar çok seviyordu ki kendisine söz verildiği gibi Hz. Báb ile öldüğü zaman şehirdeki herkes onun arkasından ağladı.

HZ. Báb’IN İMTİHANI

Bu arada gittikçe büyüyen insan kitleleri Hz. Báb’ın haberini duymaya geldi. Fakat şehrin liderleri ve onların dostları hemen hemen hep Onun düşmanlarıydı ve Onun acı çekmesini diliyorlardı.

Bazıları çok kibirliydi çünkü başkalarından daha fazla eğitim görmüşlerdi ve böylece Kur-an’ı Kerim’i onlara açıklayabilirlerdi. Başkaları ise çok fazla paraları olduğu veya hükümette yüksek bir mevkileri olduğu için kibirliydi. Bütün bu kişiler, İran’daki insanların çoğu Hz. Báb’ın takipçileri haline gelirse kendilerinin değerlerinin azalacağından korkuyorlardı. Belki de paralarını ve mevkilerini kaybedebilirlerdi. Ve bu yüzden de Hz. Báb nereye giderse Ona zalimce davranıyorlardı.

Fakat Onunla bir süre beraber olan herkes Onun dostu oldu. Hatta hayvanlar bile sanki Onu seviyorlardı çünkü hayvanlar vahşi iseler Onun huzurunda sakin oluyorlardı. İşte bir zamanlar ne olduğunun bir hikayesi.

Hz. Báb’ın evinde kaldığı prens, Hz. Báb’ın cesur olup olmadığını görmek istiyordu. O yüzden kendisinin binmesi için çok vahşi bir at verdi. Attan sorumlu olan seyis gizlice Hz. Báb’a gidip atı sürmemesini rica etti. Atın, kendisine binmeye çalışan herkesi üstünden atmış olduğunu söyledi. Hz. Báb seyise teşekkür etti fakat Kendisini Tanrı’nın ellerine emanet etmesini söyledi. Herşey iyi olacaktı. Hz. Báb sessizce yaklaşıp atı sevmeye başladığında ve ayaklarını üzengine geçirdiğinde at sabit durup Kendisinin binmesine izin verdi. At, Hz. Báb gezintisinden dönene kadar sakin olmaya devam etti.

O kadar çok kişi Hz. Báb’ı Tebriz şehrinin yolunda takip etti ki düşmanları, dini liderler, Onun şehre girmesine izin vermediler. Sorun çıkacağındam korkuyorlardı. Hz. Báb’a şehrin dışında kamp kurması emrini yolladılar. Sonra da bir toplantı düzenlediler ve Onu, onların yanına gelmesi için çağırdılar. Onu sorgulamaya niyetliydiler.

Hz. Báb vardığında bir koltuk hariç hepsinin dolu olduğunu fark etti. İnsanlar her taraftan sıkıştırıyordu. Hz. Báb kalabalıktan geçip boş olan koltuğa oturunca birden insanlar sanki Onun gücünü hissetmişlerdi. Herkes birbirleriye çok gürültülü bir şekilde konuşmuştu. Ansızın derin ve gizemli bir sessizlik çöktü üzerlerine. Bir kişi bile bir tek söz söylemeye cesaret edemiyordu.

Sonunda sessizlik önderlerden biri tarafından bozuldu. “Sen kim olduğunu iddia ediyorsun,” diye sordu Hz. Báb’a, “ve getirdiğin müjde nedir?”

Hz. Báb üç defa, “Ben,” diye yanıtladı, “Ben, Ben Vaad Edilenim! Ben ismini bin yıldır yakardığınız, zikriyle yükseldiğiniz, gelişine şahit olmayı arzuladığınız, Tanrı’ya geliş zamanını hızlandırması için dua ettiğiniz Zuhurum.”

Bak, Onu bekliyorlardı fakat yine de Kendisi geldiğinde Onu kabul etmiyorlardı. Kendisine, hepsini cevaplandırdığı bir sürü soru yönelttiler fakat yine de Onun Vaad Edilen olduğuna inanmayı redettiler. Ona küstahça davrandılar ve Onu tekrar hapse yolladılar.

Bu toplantının haberi tüm ülkede dolaştı ve Hz. Báb’ın dostlarının Kendisi için daha da fazla şey yapmak istemelerine yol açtı. Onun takipçileri olmayan bir sürü insan, dini liderlerin ona haksızca davrandığını düşünüyordu ve onlar da Onun dostu oldular. Ona karşı ne yapmaya çalıştılarsa başarılı olamadılar. Sadece daha fazla insanın Onu sevmesini sağladılar.

TABARZİ KALESİ

Molla Hüseyin’i hatırlıyor musun? Hz. Báb’ın Vaad Edilen olduğunu anlayan ilk kişiydi. Ve Şiraz’daki o önemli geceden beri Molla Hüseyin herkese Hz. Báb’tan söz etmişti.

Bir gün Molla Hüseyin’e Hz. Báb’ın sarığını getirerek ve Kuddüs’e gidip ona yardım etmesini söyleyerek bir haberci geldi. Kuddüs, Hz. Báb’a Mekke şehrine olan yolculuğunda eşlik eden kişiydi.

Molla Hüseyin haberi alır almaz atına bindi ve iki yüz iki yoldaşla yola çıktı. Durdukları her yerde insanlara Yeni Günün müjdesini verdiler ve buna inananlardan bazılarını onlarla birlikte yolculuğa gelmeleri için seçtiler.

Bir keresinde dinlenmek için durduklarında Molla Hüseyin yoldaşlarına şöyle dedi: “Her kim önümüzdeki müthiş imtihanlara kendini hazır hissetmiyorsa, şimdi evine dönsün ve yolculuktan vaz geçsin.” Uyarısını defalarca tekrarladı ve sonra dedi: “Ben yirmi iki yoldaşımla birlikte Sevilen için ölümü tadacağım. Her kim dünyadan vaz geçemeyecekse şimdi, tam şu anda, ayrılsın, çünkü daha sonra kaçamayacak.”

Molla Hüseyin, Tanrı için ölmekten korkanların geç olmadan ayrılmaları gerektiğini demek istedi. Yirmi tanesi ayrılıp evlerine geri döndü. Sonra da Molla Hüseyin kalanlara atları ve kılıçları hariç sahip oldukları herşeyi geride bırakmalarını söyledi ki insanlar onların bu dünyadaki şeyleri istemediklerini görsün. Onlar sadece Tanrı’nın müjdesini tebliğ etmek istiyorlardı.

Bu küçük grubun üyeleri çok kere hayatları için savaşmaya zorlandı. Fakat önderleri onlara asla ilk savaşan olmaya izin vermezdi. Sadece zorunlu olduklarında savaşırlardı. Herkes Molla Hüseyin’in cesaretine hayret ediyordu ve sanki her ihtiyacı olduğunda gizemli bir güç kendisine geliyordu. Düşmanları ismini duyunca bile titriyordu.

Şeyh Tabarzi türbesine varmadan önceki gece, türbenin bekçisi rüyasında Molla Hüseyin’in oraya bir sürü insanla geldiğini gördü. Onların orada kalıp düşmanlarına karşı her mücadeleyi kazandıklarını gördü. Ve bir gece de Tanrı’nın peygamberi onlara katıldı. Biliyorsun peygamberler, bizim, hakkında çok duyduğumuz İlahi Öğreticilerdir. Molla Hüseyin ertesi sabah geldiğinde bekçi oun rüyasında bir sürü insanla gördüğü kişi olduğunu biliyordu. Türbenin gardıyanı Molla Hüseyin’e rüyasından bahsetti.

“Tanık olduğun şey,” dedi Molla Hüseyin türbenin bekçisine, “meydana gelecektir.”

Molla Hüseyin türbeyi kuşatacak bir kale inşa etmeye karar verdi ve hemen adamlarını işe giriştirdi. Birçok kere durup kendilerine zarar vermeye çalışan komşu kentlerinin insanlarıyla savaşmak zorunda kalıyorlardı. Fakat her defasında düşmanlarını kaçırıyorlardı. En sonunda kale tamamlandı.

Tamamlandığından hemen sonra Molla Hüseyin, Hz. Bahaullah’ın onları ziyarete geleceği haberini aldı. Türbenin bekçisinin rüyasında, Tanrı’nın peygamberi onlara katılmaya geliyordu. Bu peygamber Hz. Bahaullah’tı.

Molla Hüseyin ile beraber olanlar o zamanlar Hz. Bahaullah’ın kim olduğunu bilmiyordu ve önderlerinin, onların varlığını bile unutacak kadar neden mutlu olduğunu anlayamıyorlardı. Hz. Bahaullah geldiğinde hiç kimse Molla Hüseyin izin verene kadar oturamazdı ve o da Hz. Bahaullah Kendisi onlara oturmalarını söyleyene kadar bunu söylemeyi unuttu.

Hz. Bahaullah kaleden çok memnun olduğunu fakat mükemmel olması için sadece birşeyin eksik olduğunu söyledi: Kuddüs onlarla birlikte olmalıydı. Kuddüs hapisteydi fakat Hz. Bahaullah Molla Hüseyin’e altı adam yollamasını ve Kuddüs’ün onlara katılmaya izin alacağını söyledi.

Hz. Bahaullah onlardan ayrılmadan önce onlara şöyle dedi: “Her ne olursa, zafer sizindir, tamamlanmış ve kesin olan bir zafer.”

Hz. Bahaullah gittikten sonra Molla Hüseyin Kuddüs için altı adam yolladı. Diğerlerine Kuddüs’e sanki Hz. Báb imiş gibi davranmaları gerektiğini söyledi. “Bana gelince,” diye ekledi, “beni onun alçak kulu olarak kabul etmelisiniz.”

Kuddüs kaleye geceleyin vardı. Onun yakınlarda olduğunu söylemek için bir haberci geldiğinde Molla Hüseyin ve yüz adam onu karşılamaya gitti. Her adam iki tane yanık mum taşıdı ki etraflarındaki orman aydınlanmış olsun. Aralarında Kuddüs ile birlikte kaleye at üstünde geri dönerken, Tanrı’yı öven bir şarkı söylediler.

O günden sonra her gün düşmanlar kaleye ne kadar şiddetle saldırırlarsa saldırsınlar Kuddüs zamanını hep etrafındaki yoldaşlarıyla dua etmekle geçiriyordu. Hiçbir şey onun sevdiği ve güvendiği Tanrı’ya bu şekilde konuşmasına engel olamazdı.

KUŞATMA

Kuddüs, Molla Hüseyin ve yoldaşları haftalar boyunca kendilerine zarar vermek isteyen kişiler tarafından kalenin içinde tutuldu. Yemek için dışarı çıkamıyorlardı çünkü bunu yapan vuruluyordu. En sonunda su bile kıtlaşmıştı.

Birisi Kuddüs ile bunu konuştuğunda şöyle dedi: “Tanrı isteğiyle bu gece şiddetli bir kar yağışıyla devam edecek olan sağanak bir yağmur düşmanlarımızın üstesinden gelecektir...”

Gerçekten de o gece çok şiddetli bir yağmur başladı ve düşmanların cephanesini alt üst etti. Kalenin içinde, adamalara çok uzun süre yetecek kadar su toplandı. Ertesi gece, kalenin civarında hiç kimse kışın ortasında bile hatırlamadığı şiddetli bir kar yağışı oldu. Görüyorsun ki düşmanlar için bir sürü felakete yol açan şey, kaledekilere bir lütuf gibi geldi.

Kalenin içindeki küçük grup dışarıdaki ordunun kendilerine saldırmak için hazırlandığını biliyordu. O yüzden Kuddüs aniden onların üstüne gidip onların geri dönmesini veya dağılmasını sağlamaya çalışmaya karar verdi. Güneş doğuşundan iki saat sonra kendisi ve iki kişi daha atlarına binip kaleden dışarıya çıktılar. Gerisi ayaklarının üstünde onları takip etti.

Dışarıya çıkar çıkmaz bağırabilecekleri kadar yüksek bir sesle, “Ey Devrin Tanrısı!” diye bağırdılar. Bu, Hz. Báb’ın isimlerinden biriydi.

Bağırışlarının müthiş gümbürtüsü ve güneşin silahları üstündeki ışıldaması düşmanları korkuttu. Askerler sahip oldukları her şeyi bırakarak her yöne doğru koşuşturdular ve kaledeki hiçbir adam hayatını kaybetmedi.

Kuddüs adamlarının kaçanları takip etmelerine izin vermedi. Gerekli olmadığı sürece kimseye zarar vermek istemezdi. Sadece insanlara, kendisinin ve takipçilerinin Hz. Báb’ın haberini verebilmelerine izin vermeleri için Tanrı’nın gücünü göstermek istiyordu.

Aynı şey tekrar ve tekrar oldu. Kaledeki ufak ordu aniden “Ey Devrin Tanrısı!” diye bağırarak dışarıya fırlardı ve her seferinde onlara karşı gelen büyük ve eğitilmiş orduyu uzaklaştırmayı başarıyorlardı. Bu mücadelelerden birinde Kuddüs bir kurşunla vurulmuş ve ağzı ile boğazından yaralanmıştı. Fakat Molla Hüseyin her bir elinde birer kılıçla ve adamlarının geri kalanlarınca takip edilerek düşmanı uzaklaştırıyordu. Sonra da kısa sürede iyileşen Kuddüs ile kaleye geri döndüler.

Bir ara Hz. Bahaullah onlara katılmaya başladı. Fakat O ve Onunla beraber olanlar düşmanlarca yakalandı ve bir süreliğine hapsedildi. Hz. Bahaullah’a çok iyi davranılıyordu, hiç bir mahkummuş gibi değil. Bu şekilde kaledekilere katılmaktan alıkonuluyordu. Ve böyle olması da iyi birşeydi çünkü belki onlarla mahvolabilirdi. Tanrı, Emrini işte bu şekilde koruyor.

Molla Hüseyin bu gibi mücadelelerden birinde hayatını kaybetti. Olay şu şekilde gelişti: Mücadele sırasında Molla Hüseyin’in atı bir çadır halatına takıldı ve o daha kaçamadan Molla Hüseyin’in göğsüne bir kurşun saplandı. Atından düştü, birkaç adım sendeledi ve yere yığıldı. Yoldaşlarından ikisi onu kaleye geri taşıdı.

Orada, kalede tuhaf bir şey oldu. Her ne kadar Molla Hüseyin, onu içeriye taşıdıklarında bilinçsiz olsa da Kuddüs diğerlerine onları yalnız bırakmamalarını söyledi. Molla Hüseyin ile konuşmak istediğini söyledi.

Adamlardan biri kapıdaki bir çatlaktan neler olduğunu gördü. İkisi yalnız kalır kalmaz Kuddüs, doğrulup ayaklarına oturan Molla Hüseyin’e seslendi. Diğerleri onun cevap verdiğini, soru sorduğunu ve konuştuğunu duyabiliyordu.

Bu şekilde birbirleriyle iki saat konuştular. Sonra da kapı açıldı ve Kuddüs dışarı çıktı. “Onunla son kez vedalaştım,” dedi.

Molla Hüseyin’e daha önce duymaya hazır olmadığı şeyler söylediğini açıkladı. Diğerleri içeriye girdiğinde Molla Hüseyin ölmüştü. Yüzünde bir tebessüm vardı ve sanki sadece uykuya dalmış gibi görünüyordu.

Molla Hüseyin Şeyh Tabarzi türbesine yakın bir yere gömüldü. Daha sonra ise o mücadelede ölen diğer kişilerin vücutları da aynı yere istirahate bırakıldı. Hepsi hayatlarını Tanrı’nın Emri uğruna vermişlerdi ki bu da yapabilecekleri en şerefli şeydi.

KUDDÜS’ÜN VEFATI

Molla Hüseyin onlardan ayrıldıktan sonra Şeyh Tabarzi’de çok zor günler başladı. Düşmanlar hiç kimsenin içeriye girmesine veya dışarıya çıkmasına izin vermiyordu, böylece yiyecek hiç bir şey alamıyorlardı. Fakat Kuddüs’ün orada olmasından o kadar mutluydular ki aç olduklarını unutuyorlardı. Kendilerini güçsüz ve hasta hissetmeye başlayacak olurlarsa tekrar güçlü hissedip birşeyler yapabilmek için onun neşeli yüzüne bakmaları ve sesini duymaları yeterli oluyordu.

Bir gün düşmanlardan bir top kalenin içine düşüp Kuddüs’ün durduğu yere yuvarlandı. Herhangi bir korku göstermedi fakat sadece ayağı ile topu bir kenara itti. Daha sonra da yoldaşlarına düşmandan korkmalarına gerek olmadığını söyledi. Herbirinin öleceği belli bir zamanları vardı. O zamana kadar hiçbir şey onlara zarar veremezdi. Fakat silahların sesinin onları korkutmasına izin verecek olurlarsa kendilerini Tanrı’nın koruyuculuğundan mahrum bırakmış olacaklardı. Korkarlarsa korunamazlardı. Tanrı’nın kendilerini koruyacağını bilmeleri gerekiyordu.

Bundan çok geçmeden düşmanlar kaleyi ve içindeki cesur ruhları asla zaptedemeyeceklerine karar verdiler. Sonra da felaket bir şey yapmaya karar verdiler. Kaledekilere evlerine sağlam bir şekilde ulşacaklarına söz vermeye karar verdiler. Böylece onlar kalenin sığınağından çıkınca düşmanlar onlara istediklerini yapabileceklerdi.

Düşman kuvvetlerin kumandanı kalenin içindekilere Kur-an’ı Kerim’in bir kopyasını yolladı ve çıkarlarsa korunacaklarına söz verdi. Kuddüs, kumandanın doğruyu söylemediğini hissediyordu fakat Kur-an’ı Kerim ile söz verdiği için ona güvenmeliydi.

Bu yüzden hepsi dışarıya yürüdü. Kuddüs Hz. Báb’ın kendisine yolladığı yeşil sarığı takıyordu ve düşman ordularının başında olan prensin yolladığı bir ata biniyordu.

Fakat herşey Kuddüs’ün korktuğu gibi oldu. Düçmanlar tutmaya niyetli olmadıkları bir söz vermişti. Kale tamamen mahvedildi. Kuddüs’ün tüm yoldaşları ya öldürüldü ya da köle olarak satıldı.

Kuddüs’e gelince, prens onu bir süreliğine korudu. Fakat daha sonra, her zaman kendisinin düşmanı olmuş olan dini liderler ona kendilerine gelip sorularını cevaplamasını emretti.

Prens Kuddüs’ü öldürmek istediklerini söylemeye çalıştıklarını biliyordu ve o yüzden en sonunda şöyle dedi: “Bu adama gelecek her türlü zararın sorumluluğundan ellerimi çekiyorum. Ona ne yapmak istiyorsanız yapın. Hesap Gününde Tanrı’ya kendiniz hesap vereceksiniz.”

Daha sonra prens atının gelmesini emretti ve Kuddüs’ü düşmanlarının ellerine bırakarak oradan uzaklaştı. Bu çok alçakça bir hareketti.

Kuddüs’ü o kadar zalimce ölüme verdiler ki Hz. Báb bunu ve kalede olanları duyunca göz yaşları gözlerinden sel gibi boşaldı. Hz. Báb dokuz gün boyunca hiçbir dostunu görmek istemedi ve çok uzun altı ay boyunca yazamayacak durumdaydı.

Fakat Kuddüs, kendisini öldürenlere kızgın değildi. İşkencesi boyunca şöyle dediği duyulmuş: “Ey Allahım, bu insanların günahlarını affet. Onlara merhametinle muamele eyle. Çünkü onlar bizim bildiğimizi ve el üstünde tuttuğumuz şeyi bilmiyorlar...Ey Allahım, onlara Doğrunun yolunu göster ve cehaletlerini inanca dönüştür.”

Görüyorsun ki Kuddüs onlar için üzülüyordu çünkü onlar kendisi gibi Hz. Báb’ı ve Hz. Bahaullah’ı tanımıyordu.

Ve böylece Kuddüs, Molla Hüseyin gibi, ve Hz. Báb’ın kendisinin Tanrı’nın Emri için öleceğini bildiği gibi, öldü. Fakat her an gittikçe daha fazla insan Hz. Báb’ın haberine inanıyordu ve önem verdikleri veya düşündükleri tek şey buydu.

VAHİD’İN HİKAYESİ

Vahid, Hz. Báb’ın müjdesine inanıp bunu insanlara anlatan cesur önderlerden biriydi. İnancından dolayı vali onunla savaşması ve dostlarını dağıtması için bir asker alayı yolladı. Vahid onların geldiğini duyduğu zaman, takipçilerinden birine altı adam alıp onları karşılamaya gitmesini söyledi. Bu belki eğitilmiş askerleri karşılaması için çok az bir sayıymış gibi gelebilir ama sonra olanlar gerçekten hayret vericiydi.

Vahid adamlarına yedi defa “Allahu Ekber” diye bağrmalarını söyledi. Bu “Tanrı en Büyüktür” anlamına geliyor. Yedincisinde öne doğru atılıp düşmanı dağıtacaklardı. Bu yedi adamın o kadar güçlü inançları vardı ki bir anda çok daha güçlü göründüler. Onlar asker alayını dağıtmakta hiç zoruk çekmediler.

O gece Vahid, kendisiyle beraber olanlara sessizce gitmelerini söyledi. Eşi ve çocukları, eşinin Bábasının evine yollanmıştı ki emniyette olabilsinler. Ve sonra Vahid gecenin ortasında hiç kimse onu görmeden şehri terk etti. En büyük iki oğlu ve iki tane daha yoldaşı kendisiyle beraber gitti.

Gün boyunca dağlarda saklandılar ve Vahid’in o civarda oturan kardeşi onlara yemek yolladı. Aynı gün Vahid’i arayan valinin askerlerinden bir grup, kardeşinin evini aradılar ama tabi ki onu bulamadılar.

Vahid ve yoldaşları, yeni öğreticinin ve doğan Yeni Günün müjdesini herkese vermek için her köyde durarak yolculuklarına devam ettiler.

Nihayet Nayriz adında bir yere ulaştılar. Burada Vahid tekrar müjdesini iletti ve gittikçe daha fazla insan bunu duymaya geliyordu. O kadar çok insan vardı ki Vahid valinin kendisinin alyhine tekrar askerleri yollayacağından korkuyordu. Bu yüzden kendisiyle gelmiş olanlara çok uzakta olmayan bir kaleye gitmelerini ve onu mümkün olduğu kadar dayanıklı yapmalarını söyledi. Daha sonra kendisi de kalede yaşamaya geldi.

Tabi ki vali, Vahid ve yoldaşlarının huzur içinde yaşamalarına izin vermedi. Valinin ordusu defalarca sadece yirmi iki adamın olduğu kaleye saldırdı. Bu yirmi iki adam ya yaşlı adamlardı ya da genç erkeklerdi. Ve yine de her zaman “Allahu Ekber” diyerek öne atılıyor düşmanı korkutup dağıtıyorlardı. Aynı şey Şeyh Tabarzi kuşatmasında olmuştu.

Tabarzi’deki düşmanın önderi gibi vali de en sonunda kaledeki bir avuç adama ve erkeğe karşı olan mücadelesini adaletli bir şekilde kazanamayacağına karar verdi. Kazanmasının tek yolunun onlara bir oyun oynamak olduğuna inanıyordu. O yüzden Vahid’e kendisiyle dostlarının Vahid’in ne istediğini anlamadığını söyleyen bir mesaj yolladı. Onun şehirde çok büyük bir lider olmak istediğini sanmışlardı.

Şimdi dediler onun sadece Hz. Báb’ın müjdesini iletmek istediğini anlamışlardı. Onlara gelirse barışacaklardı ve Kendisi ile takipçileri serbest olabileceklerdi. Bunu yapmazsa herkes öldürülecekti.

Kuddüs’ün Tabarzi’de bildiği gibi Vahid de onların ciddi olmadıklarını biliyordu fakat Hz. Báb’ın müjdesini tekrar iletme fırsatını değerlendirmesi gerektiğini hissediyordu. Kendisi ve toplantıya götürdüğü kişilere çok iyi muamele edilmişti. Düşmanları, Vahid’in dostları henüz kaledeyken hiçbir şey yapmaya cesaret edemiyordu. O yüzden Vahid’in kaleye ordunun karargahına gelmelerini söyleyen bir mektup yollamasını sağladı.

Dışarı çıktıklarında valinin onları öldürmeyi planladığını anlayınca Vahid gizlice oldukları yerde kalmalarını söyleyen bir mektup yazdı. Habercinin ilk mektubu yok edip ikincisini kaleye götürmesi gerekiyordu.

Fakat bu haberci Vahid’e karşı dürüst değildi. İkinci mektubu yok edip kaleye birincisini götürdü. Ve kalenin içindekiler dışarıya çıktıklarında darma dağan edildi ve çoğu öldürüldü.

Ondan sonra vali ve dostları artık korkmuyorlardı ve Vahid ile yanında gelenleri ölüme sürükledi. Tanrı’nın yolunda bir başka cesur adam işte bu şekilde öldü. Fakat onun işini üstlenecek birçok dostluklar kurmuştu.

HZ. Báb’IN ŞEHİT EDİLMESİ

“Şehitlik” kelimesinin anlamını biliyor musun? Tanrı’nın Emri uğrunda ölmek anlamına geliyor. İnsanlara Tanrı’yı ve Onun istediklerini öğrettikleri için öldürülen insanlara şehit denir. Bizim, haklarında çok şey duyduğumuz tüm insanlar şehitti. İnsanlara yeni bir İlahi Öğreticinin, Hz. Báb’ın geldiğini söylemeye çalışarak öldüler.

Belki de sen Hz. Báb’ın bu kadar takipçisi öldürüldükten sonra insanların dinlemekten ve inandıklarını söylemekten korkabileceklerini düşünebilirsin. Fakat çoğu için durum böyle değildi. Bu kadar çok insanın bu Emir için ölmekten mutlu olduklarını görünce bunun doğru olması gerektiğini biliyorlardı. Hz. Báb’ın takipçileri her zaman arttı. Hiç kimse Ona zarar vermeyi başaramamıştı. Nereye giderse insanların çoğu Onu seviyordu ve Onun için ölmeye hazırdılar. Bazıları Onun yürümüş olduğu yerdeki tozu bile öpüyordu.

Şimdi Büyük Vezir Hz. Báb’tan nefret ediyordu. Büyük Vezir Şah’a en yakın olan ve ona yapması gerektiği şeylerde karar vermesine yardımcı olan kişiydi. Bu, çok önemli bir makamdı. Büyük Vezir ne yazık ki Hz. Báb’ın müjdesini anlayamadı. Ve Hz. Báb’ın Şah ile konuşmasını istemiyordu çünkü onun da Yeni Müjdeye inanacağından korkuyordu. Büyük Vezir, böyle birşey olursa makamını kaybedeceğinden korkuyordu.

O yüzden Hz. Báb’ın bir şekilde öldürülmesi gerektiğine karar verdi. Hz. Báb’ın takipçilerinin Onsuz devam etmekten korkacaklarını ve böylece Emrin yok olacağını düşünüyordu. Hz. Báb’ın hapishanesine bir asker yolladı. Bu asker Hz. Báb’ı Tebriz’e getirecekti.

Hz. Báb çok uzakta bir mahkum olmasına rağmen neler olup bittiğini biliyordu. Haber gelmeden kırk gün önce tüm yazılarını topladı. Onların yanına kalem kutusunu, mührünü ve akik taşı yüzüklerini koyup Diri Harfler’den biriyle Ahmet’e, katibi veya sekreterine, yolladı. Hz. Báb habercisine bunlara çok dikkat etmesini ve bunlardan Ahmet dışında hiç kimseye bahsetmemesini tembihledi.

Bu eşyalar Ahmet’e verildiğinde, aralarında Hz. Báb’tan bir mektup buldu. Bu mektupta Hz. Báb, bu değerli eşyaların Hz. Bahaullah’a götürülmesi gerektiğini söyledi. Ahmet hemen Tahran şehrine doğru yol aldı. Orada eşyaları Hz. Bahaullah’a verdi.

Hz. Báb Tebriz’e götürüldükten üç gün sonra Büyük Vezir’den, Hz. Báb’ın o gün askerlerin kaldığı yerde, kışlaların avlusunda öldürüleceği haberi geldi. Ve her kim Hz. Báb’ın takipçisi olduğunu itiraf ederse o da öldürülecekti.

Hz. Báb’ın evinde kaldığı adam bu alçak emirle herhangi bir ilişkisi olmasını redetti. Bu yüzden Hz. Báb’ın ve katibinin kışladaki odalardan birine götürülmesi emri geldi. Onun odasının kapısını on adam gözetleyecekti.

Hz. Báb ve katibi Hüseyin yollardan geçirilirken çok fazla kargaşa vardı. Kışlalara yaklaştıklarında genç bir adam, kendini kalabalığın arasından zorla geçirerek Hz. Báb’ın ayaklarına kapandı.

“Ey Efendim, beni Kendinizden uzaklaştırmayın,” diye yalvardı. “Her nereye giderseniz. Sizi takip etmeme izin verin.”

“Muhammed Ali,” diye yanıtladı Hz. Báb, “kalk ve Benimle olacağından emin ol. Yarın Tanrı’nın emrettiği şeye şahit olacaksın.”

Muhammed Ali, rüyasında Hz. Báb’ın kendisine gelip Onunla birlikte öleceğine söz verdiğini gören genç adamdı. Ve şimdi bu söz, yerine getirilmek üzereydi. İki kişi daha Hz. Báb’ın yanına fırladı ve onlar Hz. Báb ve Hüseyin ile aynı hücreye konuldu.

O gece Hz. Báb yoldaşları ile konuştukça yüzü mutlulukla ışıldıyordu.

Ertesi gün Hz. Báb Hüseyin ile konuşurken, konuşmaları Hüseyin’i götürmeye gelmiş olan kışlaların görevlilerinden biri tarafından kesildi. Hz. Báb adamı “Ben ona söylemek istediğim şeyi söylemeden hiç bir dünyevi kuvvet Beni susturamaz. Tüm dünya bana karşı ayaklansa dahi amacımı en son kelimesine kadar yerine getirmeme engel olmakta etkisiz kalacaktır,” diyerek uyardı.

Adam Hz. Báb’ın sözlerine şaşırmıştı. Hüseyin’e kendisini takip etmesi dışında hiçbir şey söyleyemedi.

Aynı sabah genç adama, Muhammed Ali’ye, Hz. Báb’a sırt çevirip Onu bir daha dinlemezse hayatını bağışlayacakları söylendi.

“Efendimi asla reddetmem,” diye haykırdı, “O benim inancımın özü, en gerçek aşkımın amacıdır. Ben Onda cennetimi buldum...”

Böylece Muhammed Ali, Hz. Báb’a ateş edecek olan alaydan sorumlu olan Sam Kağan’ın ellerine teslim edildi. Onların Kendisinden istediklerini yapmazsa onu da öldüreceklerdi.

Şimdi Sam Kağan mahkumunu tanımaya başladıkça kendisine emredilenleri yerine getirmekte gittikçe zorlanıyordu. Hz. Báb’a Hrıstiyan olduğunu ve Hz. Báb’a hiçbir şey olmasını istemediğini söyledi. Onun hayatına son vermekten mahrum edilmeyi rica etti.

“Sana emredilenlere uy,” dedi Hz. Báb, “ve niyetin içtense, Herşeye Kadir olan Tanrı seni muhakkak yüreğindeki huzursuzluğundan kurtaracaktır.”

Kışlaların duvarına bir çivi çakıldı. Hz. Báb ve yoldaşı bu çiviye asılacaktı. Muhammed Ali vücudunun Hz. Báb’ınkini koruyacak şekilde yerleştirilmesini rica eti. Öyle bir şekilde asıldı ki başı Hz. Báb’ın göğsüne yaslanıyordu.

Yedi yüz elli asker sıralanmıştı ve Hz. Báb ile Muhammed Ali’ye ateş açtılar. Tüfeklerin dumanı güneşin ışınını örtüyordu ve gün ışığını karanlığa çevirdi.

Birçok insan izlemek için binaların tepelerine doluştular. Duman bulutu yok olduğunda neredeyse gözlerine inanamıyorlardı. Muhammed Ali önlerinde duruyordu ve en ufak bir şekilde bile yaralanmamıştı. İkisinin asılmış olduğu ip kopmuş ve Hz. Báb görünürlerde yoktu.

Askerler öfkeli bir şekilde Onu arıyorlardı. En sonunda Onu geceyi geçirdiği odada buldular. Hüseyin ile olan konuşmasını – o sabah yarıda kesilen konuşmasını – tamamlıyordu. Muhamed Ali gibi Hz. Báb da hiçbir şekilde yaralanmamıştı.

“Seyid Hüseyin ile konuşmamı bitirdim,” dedi askere. “Şimdi amacını yerine getirmek için harekete geçebilirsin.”

Fakat Sam Kağan olanlara o kadar şaşırmıştı ki adamlarına hemen kışlaları terk etmelerini emretti. Hayatına dahi mal olsa Hz. Báb’ın öldürülmesiyle artık hiç bir ilgisi olamayacağını söyledi.

Bir başka alay getirildi. Hz. Báb ve yoldaşı tekrar asıldı ve bu sefer acımasız komut yerine getirildi. Hz. Báb ve Muhammed Ali, ikisi de öldürüldü.

Ateş edildiği an, bütün şehri müthiş bir fırtına kapladı. Bir toz kasırgası güneşin ışığını engelledi ve izleyenlerin gözlerini kamaştırdı. Bütün şehir öğleden akşama kadar karanlıkta kaldı. Fakat bütün bunlar olduktan sonra bile insanlar hala ne kadar korkunç birşey yapmış olduklarını anlayamadılar.

Bu insanların kötülükleri ülkelerine çok fazla bela getirdi. İzleyip de Hz. Báb’ı kurtarmaya çalışmayanların çoğu kısa süre sonra öldü ya da paralarını ve sahip oldukları herşeyi kaybetti. Hiç kimsenin bilmediği tuhaf hastalıklar birçok insanın ölümüne yol açtı.

Hz. Báb’a ateş açan ikinci alaya gelince, onlar da çok acıya maruz kaldı. Bazıları bir depremde öldüler. Diğerleri bir duvarın gölgesinde dinlenirken duvarın yıkılmasıyla öldü. Geriye kalanlar ise yaptıkları bir şeyden dolayı öldürüldüler.

Şimdi Hz. Báb’ın ölümüyle düşmanları Emrinin ortadan yok olacağınna inanıyordu. Fakat çok yanılıyorlardı. Hiçbir şey Hz. Báb’ın uğrunda öldüğü Emri yok edemezdi çünkü bu Tanrı’nın dileği değildi.

HÜCCAT

Bu, gerekirseHz. Báb ve Emri için ölmeye haır olan bir başka cesur adamın hikayesi. Bu adam Zancan’da yaşıyordu ve adı Hüccat’tı. Çok bilgili bir adamdı ve insanlar onu o kadar çok seviyorlardı ki onun konuşmasını dinlemek için başına toplanıyorlardı.

Hüccat, Hz. Báb’ı duyup insanlara Onun müjdesini iletmeye başladığında dini liderler ona karşı ayaklandılar. Gerçeğin söylendiği her yerde bunu her zaman yapmaları gerçekten çok tuhaftır.

Hüccat, Şeyh Tabarzi’deki kuşatmayı duyunca oraya gidip kaledeki cesur adamlara yardım etmek istiyordu. Fakat o sırada Tahran’da bir mahkumdu ve gidemiyordu. Kısa bir süre sonra kılık değiştirerek kaçtı ve evine geri döndü. Erkekler, kadınlar ve çocuklar onunla buluşmaya geldiler ve yardım edebilecekleri her şekilde ona yardım etmek istiyorlardı.

Zancan’daki insanlar Hüccat’ı dinleyen herkesin hayatını kaybetme tehlikesi olduğu konusunda uyarıldı. Bu Hüccat’ın birçok dostunu korkutmadı. Fakat yakınlardaki bir kaleye sığındılar çünkü valinin yakında askerlerini onlara karşı yollayacağını biliyorlardı. Kadınlar ve çocuklar da kalenin içine alındılar.

Şeyh Tabarzi’de ve Nayriz’de olmuş olanlar Zancan’da da oldu. Valinin ordusu ne zaman kaleye saldırsa içindekilerden bazıları “Ey Devrin Tanrısı!” diye bağırıp ileriye atıldılar. Sesleri o kadar hiddetliydi ki düşmanları karşılarında dağılırdı. Kentteki insanlar bile gök gürlemesi gibi olan feryatlarından korkuyla titrerdi. Hz. Báb’ın diğer takipçileri gibi onlar da sadece kendi hayatlarıyla kadınların ve çocukların hayatlarını kurtarmak için öldürürlerdi.

Fakat kalede sorunlar başladı çünkü kısa süre yemeksiz kaldılar. Alabildikleri tek şey kaleye ulaşabilen birkaç kadından geliyordu. Ve bunun için de çok yüklü bir miktar para ödemeleri gerekiyordu.

Bu sırada yakınlardaki köylerden birinde Zeynep adında genç bir kadın onlara yardım etmek istiyordu. Erkek kılığına girdi ve bir silah, bir kılıç ve de bir kalkan alarak diğer askerlerle savaşmak için öne atıldı. Hiç kimse onun bir kadın olduğunu bilmiyordu ve o kadar cesurdu ki diğerlerinin cesaretlenmesini sağladı. Tekrar onlara karşı gelen müthiş güçleri geri çektirdiler.

Kaleden izleyen Hüccat en sonunda Zeynep’i fark etti ve onu geriye çağırdı. Zeynep göz yaşlarına boğuldu ve onun erkek olmadığını hiç kimseye söylememesi ve yoldaşlarına gidip yardım etmesine izin vermesi için yalvardı. Huccat en sonunda onun gitmesine izin verdi.

Beş ay boyunca diğerleri ile savaştı onları cesaretlendirdi. Başı kılıcının üstünde bile uyudu. En çok istediği şey Emir içn ölmekti. Ve en sonunda bir gün Zeynep’in isteği gerçekleşti, çünkü düşmanı geri çekmeye yardım ederken vuruldu. Ölümünden sonra yirmi kadın onun sayesinde Hz. Báb’ın takipçisi oldu.

Bir keresinde Hüccat Şah’a yardım için mektup yazdı. Fakat mektup ona hiçbir zaman ulaşmadı. Haberci yakalanıp hapse atıldı. Hüccat’ın mesajı yok edilip Şah’a onun yerine kaledeki cesur kişiler hakkında bir sürü yalan dolan anlatan bir başka haber yollandı.

Kaledeki kadınlar ekmek pişirerek, yaralılara bakarak ve askerleri neşelendirip cesaretlendirerek yardım ediyordu. Çocuklar bile yardım etmeye can atıyordu.

Vali onları diğer kaledekileri kandırdığı gibi kandırmaya çalıştı. Hüccat onunla buluşmak için birkaç kişi yolladı fakat onlar ya öldürüldü ya da tutuklandı. Sadece bir tanesi, dokuz yaşında bir çocuk, kaçabildi ve ne olduğunu anlatmak için kaleye tekrar varabildi.

Bir gün Hüccat bir kurşunla kolundan yaralandı. Sevgili önderlerindeki kanı görerek diğerleri silahlarını bıraktı ve ona doğru hızla koştular. Düşman askerler işte o an kaleye girebildi. Yüz kadın ve çocuk tutuklandı ve daha sonra da çoğu soğuktan dolayı öldü.

Tutuklanmayan adamlar hala cesurca savaşıyordu fakat hergün birçoğu öldürülüyordu. Ve en sonunda bir gün Hüccat Hz. Báb’a dua ederken kolundaki yaradan dolayı öldü.

Düşmanlar yine Tanrı’nın Emri’ni mahvettiklerini sanıyordu. Fakat bu kadar cesurca ölenler sayesinde bir sürü başka insan Hz. Báb’a ve Emrine inanmaya başladı.

HZ. BAHAULLAH

Hz. Báb’ın ve bir sürü cesur takipçilerinin ölümünden sonra hükümet önderleri ve dostları artık Bábilerle hiçbir sorunları olmayacağına inanıyordu. Onlara Bábi deniliyordu çünkü Hz. Báb’ı takip ediyorlardı. Ülkenin her yerine dağılmışlardı ve olmuş olan korkunç şeylerden dolayı çok üzgün ve cesaretleri kırılmıştı.

Fakat çok müthiş bir önder görevinden alınmış olsa da yeni birisi gelecekti. Hz. Báb takipçilerine, Tanrı’nın yolladığı bir sonraki İlahi Öğreticiye yolu hazırlamak için geldiğini söylemişti. Hz. Báb Ona “Mukaddes” ve “Tanrı’nın açığa çıkaracağı Kişi” diyordu.

Yolu hazırlamak çok gerekliydi çünkü insanlar ilk başta asla bu kadar büyük bir değişikliğe hazır değildir. Her zaman bildikleri eski şekilleri korumak isterler. Hz. Báb’ı birçoğunun dinlemek istemeyişinin sebebi buydu. Hz. Muhammed’in ve Kur-an’ı Kerim’in kendilerine yeterli olduğunu düşünüyorlardı. Fakat yeni bir öğretici ile ilgili haber tüm ülkeye yayıldıktan sonra ikincisinin gelişi kolaylaştırılmış oluyordu. Böylece Onun müjdesini tüm dünyaya iletmek mümkün olurdu.

Bu yüzden Hz. Báb şehit edildikten sonra takipçileri yalnız kalmadı. Mukaddes Hz. Bahaullah şimdi onları elinden geldiği kadar biraraya topluyor ve onları Yeni Günün öğretilerini sürdürmeleri için cesaretlendiriyordu.

İnsanlar bazen çok şaşkın olabiliyorlar. Sonucunda ne olacağını durup düşünmeden bazı şeyler yapıyorlar. Hz. Bahaullah’ın ülkesinde yaşayan iki genç adamın sorunu da buydu. Şah’ı öldürmeye kalkıştılar çünkü bir sürü Bahá'í dostları öldürülmüştü. Bunu başaramadılar ama saçma davranışlarından dolayı arkasından korkunç şeyler oldu.

Bu genç adamlar Bábi olduğu için tüm Bábiler suçlandılar. İran’daki insanlar çok sarsıldılar ve olanlarla hiçbir ilgileri olmayan birçok insana acı çektirildi. Hz. Bahaullah bile suçlandı çünkü Bábilerin önderi artık Kendisiydi. Kendisine aşırı zalimce davranıldı ve yerin altında karanlık bir zindana hapsedildi. Boynuna ve ayaklarına felaket ağır zincirler geçirildi. Üç gün boyunca Kendisine ne içecek ne de yemek verildi.

O sırada En Kutsal dal sekiz yaşında ufak bir çocuktu. En Kutsal Dal, Hz. AbdülBahá idi, Mukaddes Hz. Bahaullah’ın en büyük oğlu. O ve ailenin geri kalanı Hz. Bahaullah hapisteyken bir amcalarıyla yaşıyorlardı.

Hz. AbdülBahá ne zaman sokağa yollansa yaşıtları olan başka oğlanlar Onun peşinden koşup Onu taşlarlardı. Bir gün çarşıdan tek başına evine gelirken arkasına baktı ve sopalar ve taşlarla bir çocuk kitlesinin Kendisine doğru koştuğunu gördü. Onlardan kurtulmasının tek yolu onlara onlardan korkmadığını göstermekti. Onlara doğru o kadar cesur ve kararlı bir hava ile yürüdü ki geri dönüp kaçtılar. O günden sonra Onu bir daha rahtsız etmediler.

Hz. Bahaullah hapse atıldığında bir sürü takipçisi de götürüldü. Fakat bulundukları berbat yerden dolayı ne kadar çok acı çekseler de çok mutluydular çünkü Hz. Bahaullah kendileri ile beraberdi. Hatta orada karanlıkta şarkı bile söylüyorlardı. Birçoğu öldü fakat Hz. Bahaullah en sonunda serbest bırakıldı. Bunun olmasının sebebi, şah’ı öldürmeye çalışmış olan genç adamın bunu yaptığını itiraf etmesiydi. Fakat Hz. Bahaullah tüm yaşamı boyunca vücudunda o korkunç hapsin izlerini taşıdı.

Babilerin cezaları artık Şah’ın verdiği bir emirle durmuştu. Fakat Hz. Bahaullah hapisten serbest kalır kalmaz şahtan Kendisinin ve ailesinin bir an önce İran’ı terketmeleri gerektiğine dair bir emir aldı. Tahran’da bulunan bir Rus memur Hz. Bahaullah’ı emniyette yaşayabileceği Rusya’ya davet etti fakat Hz. Bahaullah bunu kabul etmedi çünkü bu Tanrı’nın isteği değildi. Ve böylece bir gün şeyhin korumalarından bir tanesi ve Rus bir memur ile birlikte Hz. Bahaullah ve ailesi her zaman yaşamış oldukları ülkeyi terk ederek dağların üstünden Irak’a doğru yol aldılar.

BUGÜN TANRI’NIN EMRİ

Şeyh Ahmet insanlara Vaad Edilen’den bahsetmeye başladıktan sonra olmuş olan tüm korkunç şeylere dönüp baktığımız zaman, Tanrı’nın Emri’nin bizim bugün onu duymamız için nasıl kurtulmuş olabileceğini merak edebiliriz.

Dünyanın bazı yerlerinde insanlar sadece Hz. İsa’yı duymuşlardır. Başka yerlerde Hz. Muhammed ve diğerlerinde Hz. Musa’yı öğrenmişlerdir. Bugün başkalarına yeni öğreticilerden bahsetmek için hayatlarını veren tüm cesur kadın ve erken sayesinde dünyanın her yerindeki insanlar Hz. Báb’ı ve Hz. Bahaullah’ı biliyorlar. Bu cesur şehitleri bir kere daha düşündüğümüzü farz et.

Vaad Edilenin gelme zamanı olduğunu ilk anlayan Şeyh Ahmet’i hatırlıyor musun? Sonra da onun dostu Seyid Kazım vardı. Hz. Báb’ı nasıl gördüğünü ve evine nasıl davet edildiğini hatırlıyor musun? Bu müthiş adamlardan ikisi de birçok insana Hz. Báb’tan söz etti. Sanki Tanrı’nın Emri büyümeye başlayabilsin diye toprağı işliyorlardı.

Şeyh Ahmet ve Seyid Kazım öldükten sonra Kuddüs ve Molla Hüseyin onların görevlerini üstlendi. Şeyh Tabarzi’de olan korkunç şeyleri ve hem Kuddüs’ün hem de Molla Hüseyin’in Tanrı’nın Emri uğruna nasıl hayatlarını verdiklerini hatırlıyor musun?

Sonra da Vaad Edilen’in hikayesini anlatmak için yeterince uzun yaşayabilmeleri için çok fazla savaşmaya zorlanmış olan Vahid ve Hüccat vardı. Onlar da en sonunda şehit oldular.

Hz. Báb bile Onun müjdesini dinlemek istemeyen zalim önderler tarafından öldürüldü. O öldüğünde düşmanları kesinlikle bir daha asla müjde hakkında bir şey duymayacaklarını sanıyorlardı. Fakat olanlar bunlar değildi.

Geriye Hz. Bahaullah kalmıştı ve Hz. Báb’ın müjdesini duyup Ona inanan herkes Hz. Bahaullah’a yöneldi. Fakat ondan sonra bir başka felaket olay oldu. Bábi öğretilerini anlamadıkları halde kendilerine Bábi diyen iki genç adam Şah’ı öldürmeye çalıştı. Sonuç olarak da Hz. Bahaullah dahil tüm Bábiler suçlandı.

Tahire, İranlı kadınlara o kadar çok yardım eden ve Vaad Edileni öğreten kadın, öldürüldü. Tüm Diri Harfler ya öldürüldü ya hapse atıldı ya da ülkeden sınır dışı edildi. Kadınlar ve çocuklar dahil bir sürü başka insanlar öldürüldü.

Sanki bunlar yetmezmiş gibi Hz. Bahaullah sürgün edildi, veya doğduğu ve her zaman yaşadığı ülkeden sınır dışı edildi. O ve ailesi kışın şiddetli soğuğunda dağları aşıp Irak adlı bir ülkede yuva kurmak zorundaydılar. Oradan bir çok ilahi öğretici orada yaşadığı için kutsal ülke İsrail’e gitti.

Şah’ın tekrar Hz. Báb veya Hz. Bahaullah ya da müjdeleri hakkında bir daha hiçbir şey duymayacağına inandığına hiç kuşku yok. Fakat ne kadar hatalı ve şaşkındılar! Tanrı’nın bu müthiş Emrinde yok edilmesine izin vermeyecek bir şey vardır.

Gecenin en karanlık anının şafaktan hemen önce olduğu söylenir. Tanrı’nın Emrinde de böyle oldu. Düşmanları onun tamamen yok olduğuna ve hakkında asla bir daha bir şey duymayacaklarına inanıyordu. Fakat bu Emrin daha da güçlendiği zamanın ta kendisiydi.

Şah Onu tanımadı çünkü kendisinin çok güçlü ve müthiş olduğunu düşünüyordu fakat o sadece Tanrı’nın, Emrini başka bir ülkeye taşıması için kullandığı bir araçtı. Hz. Bahaullah’a o ülkede haberini yayması için çok daha fazla özgürlük verilmişti. Bugün tüm dünyaya yayıldı. Onun bir parçası olanlara artık Bábi denilmiyor. Onlara “Bahaullah’ın takipçileri” anlamına gelen Bahá'í denilir. Dünyanın her ülkesinde Bahá'í vardır ve Hz. Báb’ın, Hz. Bahaullah’ın ve Hz. Abdülbaha’nın kitapları sekiz yüzden daha fazla dilde basılmıştır ki her yerdeki insanlar onları okuyabilsin.

Tanrı’nın Emri bir ağaç gibidir. Başta Şeyh Ahmet Vaad Edilen’i öğretmek için yola koyulduğunda bu, ufak bir tohum ekmeye benziyordu. Bu tohum büyüdü, büyüdü ve şimdi dünyanın her yerindeki insanlar onun dallarının altına sığınıyorlar.

Hz. Abdülbaha, Hz.Báb ve Hz. Bahaullah hakkındaki müthiş müjdeyi Amerika’ya, İngiltere’ye ve bir sürü başka ülkeye taşıdı. Hz. Abdülbaha’nın genç bir çocuk olduğu ve diğer çocukların Kendisine kaba olduğu hikayeyi hatırlıyor musun? Bu, Bábası Hz. Bahaullah hapisteyken olmuştu.

Şimdi Hz. Bahaullah ve Hz. AbdülBahá ikisi de hepimizin bu dünyadaki işlerimiz bittiği zaman gideceğimiz o mükemmel aleme gitti. Fakat Tanrı’nın Emri her zaman büyüyor. Birgün dünyadaki herkes onu bilecek çünkü onu bilenler en çok ondan başkalarına bahsettiği zaman mutlu oluyorlar.

Belki bir gün sen de uzak yerlere gidip insanlara Hz. Bahaullah’tan ve Yeni Günden bahseden öğreticilerden biri olacaksındır. Bu öğreticilerin yapacakları harika şeyleri daha bilmiyoruz. Hz. Báb’ın ve Hz. Bahaullah’ın yaşadığı zamanlarda bir sürü kavga ve öldürme olayları vardı fakat Yeni Günde, ki daha şimdi başlıyor, Hz. Bahaullah artık daha fazla savaşın olmayacağını söylüyor.

Herkesin birbirine karşı nazik ve düşünceli olduğu ve başkasına asla zarar vermek istemediği gün dünya çok harika olmaz mı? Biz buna hemen şimdi başlayabiliriz nasıl ki çok genç olduğunda Hz. Báb’ın başladığı gibi. Böylece Tanrı bize, başkalarına Vaad Edilenden bahsetmek için evlerini ilk terk eden insanlara yardım ettiği gibi yardım edecektir.

??
??
??
??
1

Table of Contents: Albanian :Arabic :Belarusian :Bulgarian :Chinese_Simplified :Chinese_Traditional :Danish :Dutch :English :French :German :Hungarian :Íslenska :Italian :Japanese :Korean :Latvian :Norwegian :Persian :Polish :Portuguese :Romanian :Russian :Spanish :Swedish :Turkish :Ukrainian :